Atatürk’ün Hayatı

1881 Selânik – 1938 İstanbul

Mustafa Kemal Atatürk, 1881 (Rumî 1296) yılında Selanik’te Koca Kasım Paşa Mahallesi Islahhane Caddesi’nde bugün müze olan üç katlı bir evde dünyaya geldi. Babası o sırada kereste ticareti yapan Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım’dır. Baba tarafından dedesi, Kızıl Hafız Ahmet Efendi; anne tarafından dedesi ise Sofizâde Feyzullah Efendi’dir.

Mustafa Kemal’in hem baba hem de anne tarafından soyu Rumeli’nin fethinden sonra buraların Türkleştirilmesi için Anadolu’dan göç ettirilerek yerleştirilen yörüklerden gelmektedir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün baba tarafından ataları, Karaman’dan gelerek Manastır Vilayetinin Debre-i Balâ Sancağına bağlı Kocacık’a yerleşmişlerdir. Kocacık, bugünkü Makedonya Cumhuriyeti’nde Arnavutluk sınırına yakın olan Debre şehrine bağlı bir nahiyedir. Aile sonradan (muhtemelen 1830’larda) Selanik’e göç etmiş; Ali Rıza Efendi de muhtemelen 1839’da Selanik’te dünyaya gelmiştir. Dedesi Ahmet ve dedesinin kardeşi Hafız Mehmet Emin’in taşıdığı “Kızıl” lakabı ve yerleştikleri nahiyenin adı olan Kocacık’ın da gösterdiği üzere, Mustafa Kemal’in baba tarafından soyu, Anadolu’nun da Türkleşmesinde önemli roller oynayan Kızıl-Oğuz yahut Kocacık Yörüklerine/Türkmenlerine dayanmaktadır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün anne tarafından ataları da Konya/Karaman’dan gelerek Selanik ile Manastır’ın arasında bulunan Vodina Sancağına bağlı Sarıgöl de denilen Kayalar Nahiyesine yerleştiler. Aile, sonradan, Selanik yakınlarında bugün de kaplıcaları ile meşhur olan Langaza’ya yerleşmiştir. Dedesi Feyzullah Efendi’nin taşıdığı “Sofizâde” lakabının, yerleştikleri Sarıgöl bölgesindeki yer adlarından ve ailenin hatıralarından yola çıkıldığında, Atatürk’ün anne soyu Konya/Karaman’dan Rumeli’ye gelen ve bundan dolayı da Konyarlar olarak Rumeli’de anılan Yörüklere dayandığı anlaşılmaktadır. Zübeyde Hanım, 1857’de Langaza’da dünyaya gelmiştir.

Atatürk’ün Öğrenim Hayatı

İlköğrenimine annesinin arzusu doğrultusunda bir süre için Hafız Mehmet Efendi Mahalle Mektebi’nde devam etti. Fakat çok geçmeden babasının isteği ile Selanik’te çağdaş usullerle öğretim yapan Şemsi Efendi Mektebi’ne geçti ve ilkokulu burada bitirdi. Bu okulda okurken babası vefat etti. Ali Rıza Efendi’nin ölümü üzerine, Zübeyde Hanım üç çocuğu ile bir süre Selanik yakınlarındaki Langaza’da bulunan Rapla Çiftliği’nde çalışan kardeşi Hüseyin Efendi’nin yanına yerleşti. Çiftlik hayatı nedeniyle öğrenimi bir süreliğine aksadıysa da çok geçmeden Selanik’e dönerek halasının yanında öğrenimine devam etti.

Şemsi Efendi Mektebi’nden sonra bir süre Selanik Mülkiye Rüşdiyesi’ne devam etti ardından bu okuldan ayrıldı ve 1894 yılının Temmuz-Ağustos aylarında kendi kararı ile Askerî Rüştiye’ye müracaat ederek öğrenimine burada devam etti. Bu okulda matematik öğretmenliği yapan Yüzbaşı Mustafa Efendi, genç öğrencisinin yetenekleri ve zekâsı karşısında üzere öğrencisinin adının sonuna olgun, yetkin anlamına gelen “Kemal” ismini ilave etti. Bu tarihten sonra adı artık Mustafa Kemal oldu.

Mustafa Kemal, Selanik Askerî Rüştiyesini bitirdikten sonra 13 Mart 1896’da Manastır Askerî İdadisi’ne girdi. Burada Ömer Naci ile arkadaşlık etti. Hitabet ve edebiyat sevgisinde Ömer Naci Bey etkili oldu. Yakın arkadaşlarından biri olacak Ali Fethi (Okyar) Bey de bu okulda öğrenci idi. Mustafa Kemal, askerî öğreniminin yanı sıra yabancı dil öğrenimini de ihmal etmedi. Yazları izinli olarak gittiği Selanik’teki Collège des Frères de la Salle’in özel kurslarına devam ederek lisanını geliştirdi.

Fransız ihtilalinin öncüleri Voltaire, J.J. Rousseau gibi filozofların eserlerini okudu. Askeri İdadi’de Mustafa Kemal’i çok etkileyen derslerden biri de tarih oldu. Tarih öğretmeni Kolağası Mehmet Tevfik Bey geniş kapsamlı bir tarih görüşü ile Mustafa Kemal’e yeni ufuklar açtı.

Mustafa Kemal, Manastır Askerî İdadisi’ni de başarı ile bitirerek 13 Mart 1899 tarihinde İstanbul’da Harp Okulu’na girdi. Üç senelik başarılı bir Harbiye öğreniminden sonra 10 Şubat 1902’de bu okulu teğmen rütbesiyle bitirdi ve öğrenimine Harp Akademisinde devam etti. 1903 yılında üsteğmenliğe terfi etti. 11 Ocak 1905 tarihinde de kurmay yüzbaşı rütbesiyle Harp Akademisinden mezun oldu. 5 Şubat 1905 tarihinde Şam’a atandı.

Askerî görevleri 

Şam’da 5. Ordu’nun emrinde kaldığı üç yıl içinde Suriye’nin hemen her yerini görevle dolaşmış, memleket idaresindeki aksaklıkları, ordunun eğitim ve öğretimindeki eksiklikleri daha da yakından görmüştü. Mustafa Kemal, burada 1906 yılı Ekim ayı içinde güvendiği bazı arkadaşlarıyla gizli olarak Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ni kurdu. Bu arkadaşlarıyla beraber Beyrut, Yafa ve Kudüs’te de kurdukları cemiyeti genişlettiler. Bir ara gizli olarak Mısır ve Yunanistan yoluyla Selanik’e geçerek burada da Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin bir şubesini açtı ve tekrar Şam’a döndü. Şam’dan uzaklaşışı hükûmetçe duyuldu ise de amirleri kendisini koruduğundan bir ceza verilmesi yoluna gidilmedi. Bir süre daha Şam’da kaldı. Bu sıralarda 20 Haziran 1907 tarihinde kolağası oldu ve Şam’daki ordunun kurmay başkanlığında bir göreve getirildi.

Mustafa Kemal, 13 Ekim 1907’de merkezi Manastır’da bulunan 3. Ordu karargâhına atandı. Bu karargâhın Selanik’teki şubesinde çalışmak üzere Selanik’e geldi. Bu sıralarda Selanik’teki Vatan ve Hürriyet Cemiyeti üyelerini de içine almış olan İttihat ve Terakki Cemiyeti faaliyet hâlinde idi. Mustafa Kemal de Selanik’e gelişini takiben bu cemiyete dâhil olarak hizmet etmeye başladı. Memleketin istibdat idaresinden kurtarılması, yapılacak yenilikler, onun da baş düşüncesiydi. Selanik’e gelişini takiben kısa bir süre sonra 22 Haziran 1908’de Üsküp-Selanik arasındaki demiryolu müfettişliği de 3. Ordu karargâhındaki görevine ek olarak kendisine verildi. Bu esnada Rumeli’de yoğun faaliyet gösteren İttihat ve Terakki Cemiyeti Abdülhamit’i, 1876 Anayasası’nı yeniden yürürlüğe koymaya ve kapatılan Meclis-i Mebusan’ı tekrar toplantıya çağırmaya zorlamaktaydı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bu girişimleri adım adım II. Meşrutiyet’in ilanına uzandı.

23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet ilan edildiği zaman Mustafa Kemal, kolağası rütbesiyle Selanik’te askerî görevini sürdürmekte, bir yandan da İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde çalışarak İstanbul’daki siyasi gelişmeleri yakından izlemekteydi. O, II. Meşrutiyet gibi büyük bir inkılabı takiben yapılanları kâfi görmüyor; bu fırsattan yararlanılarak memlekette daha büyük ve daha köklü değişikliklerin gerçekleştirilmesi gereğine inanıyordu. Fakat kendisinin görüşleri, İttihat ve Terakki Cemiyeti ileri gelenlerinin görüş ve düşüncelerine uymadı. Buna rağmen, fikirleriyle zamanın söz sahibi kişilerini uyarmaktan da çekinmedi.

II. Meşrutiyet’in ilanı üzerinden henüz bir sene geçmemişti ki İstanbul’da 13 Nisan 1909’da bu harekete karşı, gerici çevrelerce desteklenen büyük bir isyan gelişti. Mustafa Kemal, 31 Mart Vakası olarak bilinen bu isyanı bastırmak üzere Rumeli’de oluşturulan Hareket Ordusu’nun kurmay başkanlığına getirildi ve bu ordu ile 19 Nisan 1909 tarihinde İstanbul’a geldi. Hareket Ordusu’nun gerek yolda gerekse İstanbul’daki sevk ve idaresinde kurmay başkanı olarak önemli hizmetler gördü. Hareket Ordusu’nun İstanbul’a girdiği gün halka hitaben yayımlanan beyannameyi kendisi yazmıştı. Hareket Ordusu’nun duruma hâkim oluşundan sonra Abdülhamit tahttan indirildi, yerine Sultan Reşat getirildi. Mustafa Kemal, bu gerici olayın bastırılmasından sonra İstanbul’da çok kalmayarak 16 Mayıs 1909’da tekrar Selanik’e döndü. Bu sıralarda Selanik ve çevresinde yapılan manevralarda, tatbikatlarda düşünce ve görüşlerini cesaretle savunmuştu. Bu durum bazı üstlerinin dikkatini çekerken bazılarının da tahammülsüzlüğüne sebep olmuştu. Bir yandan da askerî eğitim konuları üzerinde telif ve tercüme eserler hazırlamakla meşguldü.

O, II. Meşrutiyet’i takiben, ordunun İttihat ve Terakki Cemiyeti ile sıkı alakasının ve siyasete karışmasının tehlikelerini sezinlemeye başlamış, bu görüşlerini 22 Eylül 1909’da Selanik’te toplanan İttihat ve Terakki Büyük Kongresi’nde açıkça dile getirmişti. Fakat cemiyetin önde gelenleri onun bu görüşlerini paylaşmadılar. Mustafa Kemal de kendisini cemiyetten uzak tutarak doğrudan doğruya askerî vazifesiyle meşgul olmaya başladı. İttihat ve Terakki Cemiyeti ile anlaşmazlığı ve aralarının açılması böyle başladı.

Mustafa Kemal, Selanik’teki görevini başarıyla yürütürken 1910 yılı Eylül ayında Picardie manevralarını izleme amacıyla Fransa’ya gönderildi. Burada Fransız Ordusunu ve komutanlarını yakından tanıdı. Selanik’e dönüşünden kısa süre sonra 1911 yılı Mart ayında Arnavutluk’ta bir isyan çıktı. Bu isyanı bastırmak üzere düzenlenen harekâtta Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa’nın maiyetinde görev aldı.

Mustafa Kemal, 15 Ocak 1911’de 3. Ordu karargâhındaki görevinden alınarak evvela 5. Kolordu karargâhında, daha sonra yine Selanik’te bulunan 38’inci Piyade Alayı’nda görevlendirildi. Bu atamadan amaç, kendisine kıta hizmeti gördürerek onu başarısızlığa sürüklemek; bu suretle şevk ve hevesini bir ölçüde kırmak idi. Ancak Mustafa Kemal, bu görevde de büyük başarılar gösterdi. Eskiden olduğu gibi yine kumandanlarının, arkadaşlarının sevgi ve saygısını kazandı. Selanik garnizonundaki subaylar her geçen gün onun etrafında toplanıyorlardı. Bu durum 3. Ordu Müfettişliği’nin hoşuna gitmedi. Onu Selanik’teki vazifesinden ayırarak 27 Eylül 1911 tarihinde İstanbul’da Genelkurmay Başkanlığı’nda bir göreve tayin ettiler. Mustafa Kemal, bu atama üzerine İstanbul’a gelerek bir süre Genelkurmay Başkanlığı’nda çalıştı.

5 Ekim 1911’de İtalyanlar, Trablusgarp’a hücum ederek istila hareketlerine başlamışlardı. Mustafa Kemal, burada görev almak üzere 15 Ekim 1911’de İstanbul’dan ayrıldı. Trablusgarp’a gelişini takiben bir süre Tobruk ve Derne bölgelerinde gönüllü mahallî kuvvetlerin başında bulundu. 12 Mart 1912’de Derne Komutanlığına getirildi. Bu sıralarda, 27 Kasım 1911 tarihinde binbaşılığa terfi etmişti.

1912 yılı Ekim ayında Balkan Harbi başlamıştı. Mustafa Kemal, 24 Ekim 1912’de Trablusgarp’tan hareket ederek İstanbul’a geldi. 21 Kasım 1912’de Gelibolu’da bulunan Bahr-i Sefîd (Akdeniz) Boğazı Kuvay-ı Mürettebesi Komutanlığı Harekât Şubesi Müdürlüğüne atandı. Bu atama üzerine Gelibolu’ya geldi. Olaylar süratle gelişmiş, baba memleketi Selanik düşmüş, Bulgar Ordusu ilerleyerek Çatalca’ya kadar gelmişti. Bu elim vaziyet kendisini çok üzdü. Bir süre sonra Bolayır Kolordusu kurmay başkanlığına getirildi. Bu görevde iken Dimetoka ve Edirne’nin düşmandan geri alınışında büyük katkıları oldu.

Mustafa Kemal, Balkan Harbi’nden sonra, 27 Ekim 1913 tarihinde Sofya Ataşemiliterliği’ne atandı. 11 Ocak 1914 tarihinden itibaren Belgrad ve Çetine ataşemiliterliklerini yürütme görevi de kendisine verildi. Sofya Ataşemiliterliği’ne atandığı günlerde yakın arkadaşı Ali Fethi (Okyar) de Sofya Elçiliği’ne atanmıştı. Mustafa Kemal Sofya Ataşemiliterliği esnasında 1 Mart 1914 tarihinde yarbaylığa terfi etti. 1915 yılı Ocak sonlarına kadar Sofya’da kaldı.

1 Ağustos 1914’te Almanya’nın Rusya’ya harp ilanı ile I. Dünya Savaşı başlamıştı. Mustafa Kemal, gelişen siyasi ve askerî olayları büyük bir dikkatle izlemekte; bir taraftan da görüş ve düşüncelerini Harbiye Nezaretine bildirmekte idi. Ona göre katılma zorunlu hâle gelmedikçe Osmanlı Devleti bu büyük savaşın dışında kalmalıydı. Ancak olayların süratle gelişmesi 29 Ekim 1914’te Osmanlı Devleti’ni de ister istemez İttifak Devletleri yanında harbe girmek mecburiyetinde bıraktı. Mustafa Kemal, bu gelişmeler üzerine başkumandanlıktan kendisine faal bir hizmet istedi ise de uzun süre bu isteği yerine getirilmedi. Nihayet ısrarı üzerine, kendisini 20 Ocak 1915 tarihinde, Tekirdağ’da teşkil edilecek 19’uncu Tümen Komutanlığı’na tayin ettiler. Mustafa Kemal, bu tayin üzerine Sofya’dan ayrılarak İstanbul’a döndü ve derhâl yeni görev yerine hareket ederek tümenini kurdu. Bu tümen, kısa süre sonra görülen lüzum üzerine 25 Şubat 1915’te Tekirdağ’dan Maydos’a (Eceabat) nakledildi. Mustafa Kemal, burada 19’uncu Tümen’e ilaveten 9’uncu Tümen’in 2’nci Piyade Alayı ve bazı topçu birlikleri de emrine verilerek Maydos Mıntıkası Kumandanı olarak görev yaptı.

Gelibolu Yarımadası’nda önemli olaylar oluyordu. İngiliz donanması 18 Mart 1915 günü Çanakkale Boğazı’nı geçmeye teşebbüs etti ise de kıyı topçusunun başarılı savunması karşısında, muvaffak olamayarak ağır zayiat verdi. Donanmasıyla Boğaz’ı geçemeyen düşman, bu defa Gelibolu Yarımadası’na çıkarma yaparak Boğaz’ı zorlamaya karar verdi. Olaylar bu şekilde gelişirken, Genelkurmay Başkanlığı da 23 Mart 1915 tarihinde Gelibolu’da 5. Ordunun kurulmasına karar vermiş, Komutanlığına da Alman General Liman von Sanders’i atamıştı.

Liman von Sanders, muhtemel düşman taarruzuna karşı kuvvetlerini üç gruba ayırarak planını yapmış; Mustafa Kemal’in başında bulunduğu kuvvetleri ordu ihtiyatına almıştı. Mustafa Kemal, bu plan gereğince 18 Nisan 1915 günü tümeniyle Bigalı’ya geçti.

Düşman birlikleri 25 Nisan 1915 günü Seddülbahir ve Arıburnu bölgesinden ilk çıkarma hareketine başladı. Ancak çıkarma hareketi, ilk gün karşısında Mustafa Kemal’i buldu. Mustafa Kemal, çıkarmanın başladığını görür görmez, kuvvetlerini süratle Bigalı’dan Conkbayırı’na sevk etmişti. Arıburnu’ndan Conkbayırı’na ilerleyen İngiliz kuvvetleri, o gün, Mustafa Kemal’in komuta ettiği 19’uncu Tümen kuvvetlerinin taarruzu ile geri çekilmeye mecbur edildi.

Conkbayırı taarruzunda Türk askeri görülmemiş bir inanç ve cesaretle savaşıyor, tarihin en büyük kahramanlık sahneleri sergileniyordu. Dâhi komutan, kumandanlara verdiği emre şu cümleleri de ilave etmişti: “Ben, size taarruzu emretmiyorum; ölmeyi emrediyorum! Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler ve kumandanlar geçebilir!”.

25 Nisan 1915 günü başlayan çıkarma, kuvvetlerimiz tarafından kıyıya kadar itilmesine rağmen düşman, 26 ve 27 Nisan 1915 günleri de çıkarma harekâtına devam etti. İlerlemek isteyen İngilizler ile yer yer şiddetli çarpışmalar oldu; ancak her taarruz Türk askerinin kahramanca savunması karşısında başarısız kaldı. Mustafa Kemal, Çanakkale Cephesi’ndeki bu üstün başarıları üzerine 1 Haziran 1915’te albaylığa terfi etti.

Düşman, Çanakkale’de başarı sağlayamamasına, ilerleme gösterememesine rağmen yeni bir çıkarma yapmakta kararlıydı. Düşünülen çıkarmanın gerçekleşebilmesi için, her şeyden önce Türk tarafının ilk savunma hatlarını oluşturan Arıburnu ve Seddülbahir’deki Türk kuvvetlerinin durdurulması gerekiyordu. İngilizler, bu amaçla 6 ve 7 Ağustos 1915 günleri, takviyeli kuvvetlerle yeni bir taarruz daha denediler. Düşman kuvvetleriyle bizim kuvvetlerimiz arasında şiddetli muharebeler oldu. Ancak, Mustafa Kemal’in aldığı önlemler sayesinde düşmanın bu taarruzu da gelişme imkânı bulamadı. Arıburnu ve Seddülbahir’deki taarruz devam ederken İngilizler, 6 Ağustos 1919 akşamı Suvla Koyu’na da asker çıkararak ilerlemeye başladılar. Bu suretle, Anafartalar Bölgesi de ansızın kritikleşti.

Gelişen bu buhranlı durum üzerine Liman von Sanders’in emri ile komuta değişikliği yapılarak, Anafartalar Grubu Komutanlığı’na 8 Ağustos 1915 tarihinde Albay Mustafa Kemal getirildi. 9 Ağustos 1915 günü komutayı ele alan Mustafa Kemal, beklemeksizin aynı gün yaptığı taarruzla, ilerleyen İngiliz kuvvetlerini tekrar çıkarma yaptıkları kıyılara itti. Aynı günün akşamı Conkbayırı bölgesine geçerek buradaki kuvvetleri de 10 Ağustos 1915 sabahı taarruza kaldırdı. Böylece düşmanın ilerlemesine imkân verilmemiş; aksine tutunduğu mevzilerden tamamen çıkarılarak Anafartalar bölgesine tam anlamıyla hâkim olunmuştu.

Mustafa Kemal, 25 Nisan 1915 taarruzunda olduğu gibi 9 ve 10 Ağustos taarruzlarında da bizzat ateş hattında bulunmuş, ateş hattından emirler vermiş, bu davranışı yanındaki subay ve erler için büyük bir cesaret kaynağı olmuştu.

Conkbayırı’nda kalbini hedef alan bir şarapnel parçası, cebindeki saate çarptığı için mutlak bir ölümden kurtuldu. Bu muharebeler esnasında gösterdiği kahramanlık, azim ve yüksek kumanda kudreti, kendisine memleket içinde ve dışında büyük ün sağladı. Artık O, “Anafartalar Kahramanı” olarak anılıyordu. Aylarca süren çıkarma ve savaşlar sonucu ilerleme kaydedemeyen İngilizler, nihayet 1915 yılı Aralık ayı sonundan itibaren 1916 yılı başına kadar müttefikleriyle beraber Çanakkale’den çekildiler. Düşmanların Çanakkale Boğazı’nı geçememesi, İstanbul’un işgalini önlemiş; İngilizlerin, Marmara ve Karadeniz üzerinden müttefikleri Rusya ile bağlantı kurma hayallerini söndürmüştü. Bütün bu olaylar, bir anlamda, I. Dünya Savaşı’nın akışını da etkiliyor, dünya tarihinin yönünü değiştiriyordu. Bu savaşlarda İngilizler insan, araç ve gereç yönünden Türklerden şüphesiz ki çok fazla idi; ancak onların unuttukları nokta, Türk askerinin kadim askerî tarihi, tecrübeleri, kahramanlığı ve bu kahramanlığı yönlendiren Mustafa Kemal faktörü idi.

Mustafa Kemal, Çanakkale Muharebeleri’nin eski şiddetini kaybettiği 1915 yılının son aylarında, son bir taarruzla düşmanı tutunduğu kıyılardan da sökerek onu tam mağlup duruma düşürmek görüşünde idi. Ancak bu teklifi, Ordu Komutanı Liman von Sanders tarafından, düşman donanmasının topçu ateşinin ağır zayiat verdirebileceği endişesiyle benimsenmedi. Artık bu cephede yapacak bir şey kalmamıştı. Mustafa Kemal, 10 Ekim 1915’te Anafartalar Grubu Komutanlığı’nı, Fevzi (Çakmak) Paşa’ya bırakarak izinli olarak Çanakkale’den ayrıldı ve İstanbul’a döndü.

Mustafa Kemal, 27 Ocak 1916’da karargâhı Edirne’de bulunan 16. Kolordu Komutanlığı’na atandı. Kısa süre sonra bu kolordunun aynı isimle Diyarbakır’da kurulması kararı üzerine yine kolordu komutanı olarak 11 Mart 1916’da Doğu Cephesi’ne tayin edildi. Mustafa Kemal, 26 Mart 1916’da Diyarbakır’a gelerek komutayı devraldı. 1 Nisan 1916’da generalliğe yükseltildi. Diyarbakır’a gelişini takiben kısa bir hazırlıktan sonra 3 Ağustos 1916 sabahı emrindeki kuvvetleri, Bitlis ve Muş yönünde taarruza geçirdi. Ruslar ile iki tümenimiz arasında taarruz ve karşı taarruz şeklinde şiddetli çarpışmalar oldu. Nihayet 8 Ağustos 1916 sabahı Muş, aynı günün akşamı Bitlis, kuvvetlerimiz tarafından düşman işgalinden kurtarıldı. Muş; ne yazık ki 25 Ağustos 1916’da tekrar Rusların eline düştü. Mustafa Kemal Paşa, Aralık 1916’da Ahmet İzzet Paşa’nın izinli olarak bir süre İstanbul’a gitmesi üzerine vekâleten 2. Ordu Komutanlığı’na tayin edildi. Mustafa Kemal Paşa, sonradan 2. Ordu Komutanlığı sırasında, 14 Mayıs 1917’de Muş’u ikinci defa Rus işgalinden kurtardı. Karargâhı Diyarbakır’da olan 2. Ordu Komutanlığı’nda ordunun kurmay başkanı Albay İsmet (İnönü) Bey idi. Büyük komutanın, İnönü ile yakından tanışması, emir-komuta zinciri içinde çalışması bu tarihlere rastladı.

Mustafa Kemal Paşa, 14 Şubat 1917’de Hicaz Kuvve-i Seferiyesi Komutanlığı’na atanması üzerine Şam’a giderek Sina Cephesi’ni teftiş etti ise de 5 Mart 1917 tarihinde Diyarbakır’da 2. Orduya vekâleten komutan atandı. Tekrar Diyarbakır’a dönen Mustafa Kemal Paşa, 16 Mart 1917’de asaleten 2. Ordu Komutanlığına getirildi. Fakat bu görevde de çok kalmayarak 5 Temmuz 1917 tarihinde Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı’na bağlı olarak Halep’te kurulması kararlaştırılan 7. Ordu’nun başına getirildi. Bu cephenin umumi idaresi Alman General Erich von Falkenhayn’a verilmişti. Mustafa Kemal Paşa, 15 Ağustos 1917 günü Halep’e gelerek göreve başladı. Fakat bir süre sonra General Falkenhayn ile aralarında askerî görüşler ve uygulanacak harekât bakımından anlaşmazlık çıktı. Bu anlaşmazlık sonucu Mustafa Kemal Paşa, 1917 Ekim ayı başlarında istifa mecburiyetinde kaldı. Kendisine tekrar Diyarbakır’daki eski görevi teklif edildi ise de kabul etmeyerek İstanbul’a geldi. 7 Kasım 1917’de Genel Karargâh’ta görevlendirildi. Ancak kısa süre sonra Veliaht Vahdettin Efendi’nin maiyetinde, Alman Umumi Karargâhı’nı ve Alman cephelerini ziyaret etmek üzere Almanya seyahatine çıktı. 15 Aralık 1917 ile 4 Ocak 1918 tarihleri arasını kapsayan bu seyahat esnasında Mustafa Kemal, Alman ordusunda incelemeler yaparak, Alman İmparatoru II. Wilhelm ve devrin tanınmış komutanlarıyla görüştü. Onlara -hoşlanmasalar da- I. Dünya Harbi’nin muhtemel sonuçları hakkındaki görüşlerini açıkça ve belirgin şekilde anlatma imkânı bulmuştu.

Mustafa Kemal Paşa, 20 gün süren Almanya seyahatinden İstanbul’a döndükten bir süre sonra böbrek rahatsızlığı nedeniyle Viyana ve Karlsbad’a giderek tedavi gördü. 13 Mayıs 1918 ile 4 Ağustos 1918 arasını kapsayan bu seyahat dönüşü, General Falkenhayn’ın yerine Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığı’na getirilmiş olan General Liman von Sanders’in emrindeki 7. Ordu’ya Ağustos 1918’de tekrar komutan oldu ve 15 Ağustos 1918 günü Halep’e geldi. Mustafa Kemal, bu cephede İngilizlere karşı başarılı müdafaa savaşları yaptı. Takviyeli İngiliz kuvvetleri karşısında, onun maharet ve dirayeti sayesinde, bu bölgedeki Türk ordusu dağılmaktan kurtarılmış; büyük bir düzen içinde Halep’e kadar çekilme başarısını göstermişti. Fakat I. Dünya Savaşı, Almanya ve müttefikleri aleyhine gelişiyordu. 29 Eylül 1918 tarihinde Bulgaristan savaştan çekilmiş, 4 Ekim 1918 tarihinde de Almanya mütareke istemişti. İstanbul’da Talat Paşa kabinesi istifa etmiş, yeni kabineyi Ahmet İzzet Paşa kurmuştu. Bu gelişmeler karşısında Mustafa Kemal Paşa, yetkili makamlara, askerî ve siyasi önerilerine devam etti ise de yine kabul ettiremedi. Nihayet 30 Ekim 1918 tarihinde de Osmanlı Devleti, İtilaf Devletleri ile Mondros Mütarekesi’ni imzalayarak l. Dünya Savaşı’ndan çekildi.

Mütareke Döneminde

Mustafa Kemal Paşa, Mondros Mütarekesi’nin imza edildiği günün ertesi, 31 Ekim 1918 tarihinde Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığı’na getirildi ise de artık yapacak bir şey kalmamıştı. 7 Kasım 1918 tarihinde Grup Komutanlığı’nın da padişah iradesiyle kaldırılması üzerine Adana’dan hareketle 13 Kasım 1918 günü İstanbul’a geldi. Artık Türkiye, mütareke şartlarını yaşıyordu ve kendisi de Harbiye Nezareti emrine verilmiş bir ordu komutanı idi.

Memleket ve milletin içinde bulunduğu şartlar ağır idi. Büyük bir savaş sonunda, mağlup bir devlet olarak 30 Ekim 1918’de “Mondros Mütarekesi” adı verilen, şartları ağır bir anlaşma imzalanmış, bu anlaşma şartlarına dayanılarak memleketin birçok bölgesi galip devletlerce işgal edilmiş, ordumuz dağıtılmış, bütün silah ve cephane galip devletlerin emrine verilmişti. Osmanlı memleketleri tamamen parçalandığı gibi, Türk’ün ana yurdu, Anadolu da galip devletlerarasında taksime uğruyordu. İtalyanlar Antalya’ya çıkmıştı. İskenderun, Adana, Mersin, Antep, Maraş, Urfa işgal altında idi. Kars’ta İngilizler idareyi ele almıştı. Trakya, işgal altında idi. Düşman donanması İstanbul sularında demirlemişti. Çanakkale ve İstanbul Boğazları tutulmuştu. Payitaht İstanbul ve İstanbul Hükûmeti İtilaf Devletleri’nin baskı ve kontrolü altında idi. Padişah ve hükûmet, düşmanlara alet olmuş, aciz ve şaşkın bir vaziyette sadece kendileri için emniyet ve kurtuluş yolu aramakta idiler. Anadolu’nun her şehrinde ecnebi subaylar dolaşıyor, İtilaf Devletleri temsilcisi sıfatıyla direktifler veriyorlardı. Yunanlılar da İzmir’i işgal hazırlıklarıyla meşguldü. Bu yolda büyük çaba harcıyorlar, İtilaf Devletleri’ni ikna etmeye çalışıyorlardı. Nihayet, 15 Mayıs 1919’da bu gayelerine erişmişlerdi.

Olayların bu şekilde gelişeceğini Mustafa Kemal, önceden sezinlemişti. Nitekim Mondros Mütarekesi’nden beş gün sonra, 5 Kasım 1918’den itibaren Harbiye Nezareti’nden Mondros Mütarekesi gereğince ordulara terhis emirleri gelmeğe başladı. Atatürk, aynı gün Adana’dan Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’ya ilk ikaz telgrafını çekti: “Ciddi olarak arz ederim ki gereken tedbirleri almadıkça orduyu terhis etmeyiniz! Şayet orduları terhis edecek ve İngilizlerin her dediğine boyun eğecek olursak düşman ihtiraslarının önüne geçmeğe imkân kalmayacaktır.”. Bu durum, Atatürk’te, her şey bitti zannedilen bir zamanda da kurtuluş ümidinin sönmediğini, pek çoklarının düştüğü yeis ve ümitsizliğe asla kendisini kaptırmadığını gösterir. Fakat acıdır ki Mustafa Kemal Paşa tarafından yapılan bütün bu haklı itirazlar etkisiz kalır ve ordunun terhisine süratle devam edilir. Çünkü genel kanaat, İtilaf Devletleri ile herhangi bir mücadeleye giremeyeceğimiz, böyle bir mücadelenin aleyhimize sonuçlanacağı idi. O hâlde İtilaf Devletleri’ni gücendirmeyecek, Mondros Mütarekesi şartlarını yerine getirecektik. İstanbul Hükûmetinin görüşü ve davranışı bu yönde idi. Padişah ve hükûmetini saran bu umutsuzluğa rağmen milletimiz, haksız işgal ve istilalara karşı nefsini müdafaa yolunda her çabayı gösteriyor; memleketin çeşitli yörelerinde düşmanla mahallî kuvvetler arasında çarpışmalar oluyordu. Diğer taraftan mütecaviz düşmana karşı koymak ve kurtuluş çareleri aramak üzere Anadolu’da yer yer millî teşkilatlar oluşturuluyordu. Ancak bütün bu kuruluşlar, ayrı ayrı çalışmaları sebebiyle istenilen ölçüde etkili olamıyorlar, bütün memleketi kapsayan bir hareket ve birlik gösteremiyorlardı.

Mütareke Türkiyesi, aklın alamayacağı derecede karışık bir Türkiye’dir. Bölgesel direnme hareketlerine öncülük eden Müdafaa-i Hukuk, Muhafaza-i Hukuk, Redd-i İlhak gibi cemiyetlerin yanı sıra özellikle İstanbul’da güya kurtuluş çareleri arayan yüzlerce cemiyet kurulmuştu. İngiliz Muhipleri Cemiyeti, Wilson Prensipleri Cemiyeti, Türk-Fransız Muhipleri Cemiyeti, Cemiyet-i Akvam, Müzaheret Cemiyeti bunların başlıcalarıdır. Kurtuluş çareleri değişikti. Bir kısmı İngilizlerin, bir kısmı Fransızların himayesini istiyordu, bir kısmı ise Amerikan mandasını öneriyordu. Bir kısım kimseler de Mondros Mütarekesi gereğince padişah ve halife için hükümranlık hakkı tanınan küçük bir bölgede Osmanlı Devleti’ni sembolik olarak devam ettirme düşüncesinde idiler. Memleketin içinde bulunduğu karışıklıktan istifade çareleri arayan bazı cemiyetler de vatan toprakları üzerinde millî birliği parçalayıcı faaliyetlere girişmişlerdi.

Bu durum karşısında ciddi ve gerçek karar ne olabilirdi? Tarih bilgisi çok geniş olan ve tarihten sonuç çıkarmasını çok iyi bilen Atatürk, gerçek kararı sezmekte gecikmedi. Bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı. O da millî egemenliğe dayanan, kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak idi. Atatürk’e göre önemli olan Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıydı. Ne kadar zengin ve refah içinde olursa olsun, istiklalden mahrum bir millet, medeni insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye layık görülemezdi. Yabancı bir milletin himaye ve efendiliğini kabul etmek, insanlık vasıflarından yoksunluğu, acizlik ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildi. Hâlbuki Türk’ün haysiyet ve gururu çok yüksek ve büyüktü. Böyle bir millet, esir yaşamaktansa mahvolsun daha iyiydi. Öyleyse Millî Mücadele’nin parolası “Ya istiklal ya ölüm!” olacaktı.

Mustafa Kemal Anadolu’da

Artık Anadolu’ya geçerek Millî Mücadele bayrağını açmak gerekiyordu. İşte bu sıralarda, Mustafa Kemal Paşa’yı İstanbul’dan uzaklaştırmak amacıyla, kendisine 9. Ordu Müfettişliği teklif edildi. Mustafa Kemal Paşa, kendisine geniş salahiyetler tanıyan bu vazifeyi kabul etti.

16 Mayıs 1919 günü Bandırma Vapuru ile İstanbul’dan hareket eden Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919 sabahı Samsun’da Anadolu topraklarına ayakbastı. Kendisinin Anadolu’ya gönderiliş gerekçesi, Samsun ve çevresindeki asayişsizliği yerinde görüp incelemek ve tedbir almaktan ibaretti. Hükûmete verilen İngiliz raporlarında, bu bölgede Türklerin, Rumlara karşı gerilla hareketine giriştikleri ve bölgenin asayişini bozdukları bildirilmekte ise de durum tam tersine idi. Bu bölgede, Pontus Rum Devleti kurma amacına yönelik geniş bir Rum faaliyeti vardı. Baskı gören Rumlar değil, Türkler idi. Rum Patrikhanesi’nden idare edilen Mavri Mira Cemiyeti, bu bölgede kurduğu çeteler vasıtasıyla Türk köylerini basıyor, katliamlar yapıyor, yerli halkı yıldırmak istiyordu. Bu girişimlere karşı vatansever Türkler de mukabil çeteler oluşturmuşlar; bölge Rumları ile mücadeleye başlamışlardı. Bütün bu gerçeklere rağmen Mustafa Kemal Paşa’ya verilen talimat gereğince, bölge Türklerinin direnmeleri önlenecekti. Mustafa Kemal Paşa, görevi kabul için “ordu müfettişliği” sıfatı ve geniş salahiyetler istedi. İstanbul Hükûmeti, bu istekleri de kabul etti.

Saray ve İstanbul Hükûmeti, Mustafa Kemal Paşa’nın bu görevi yapacağını zannetmişti. Oysaki Mustafa Kemal’in düşünceleri tamamen başka idi. Ama bu görev, kuşkuları üzerine çekmeksizin Anadolu’ya geçmek için değerlendirilmesi gereken bir fırsattı. Kendisine verilen yetkileri de geri alınıncaya kadar milletin menfaatleri adına kullanmak vicdani bir davranış idi. Esasen olayların akışı da kısa zamanda bunu ispatlayacaktı. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’dan ayrılmadan önce başta sadrazam olmak üzere kabine azalarının hemen hepsi ile ve en sonunda Padişah ile görüşmüştü. Fakat bu kişilerin hiçbirinde memleketi içinde bulunduğu badireden kurtaracak bir enerji, bir ümit ışığı görmemiş, görememişti. İstanbul Hükûmeti’nin ve padişahın davranışlarında İtilaf Devletleri’ni gücendirmemek görüşünün ağır ezikliğini hissetti. Oysaki onların kararlarına uymak değil, karşı koymak lazımdı. İşte Mustafa Kemal, Anadolu’ya bu gaye ile gidiyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’dan ayrılırken yakın arkadaşlarına söylediği şu sözleri durumu yansıtması bakımından büyük önem taşımaktadır: “Düşman süngüsü altında millî birlik olamaz. Ancak hür vatan topraklarında memleketin istiklali ve milletin hürriyeti için çalışılabilir. Bu gayeyi tahakkuk ettirmek üzere Anadolu’ya gidiyorum.”.

Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’ya geçer geçmez planını uygulamaya başladı. 21 Mayıs 1919’da Kâzım Karabekir’e telgraf çekti. Telgrafta bu davranışını şöyle belirtiyordu: “Umumi durumumuzun aldığı vahim şekilden pek müteessirim. Millet ve memlekete borçlu olduğum en son vicdani vazifeyi yakından müşterek çalışma ile en iyi şekilde yerine getirmek mümkün olacağı kanaati ile bu son memuriyeti kabul ettim.”.

Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a çıktıktan 2 gün sonra, 21 Mayıs 1919’da Genelkurmay Başkanlığı’na Samsun ve çevresindeki asayişsizliğin sebeplerini açıklayan, İstanbul Hükûmeti’nin ve İtilaf Devletleri temsilcilerinin hoşlanmadığı şu telgrafı çekti: “Rumlar bu bölgede, Pontus Hükûmeti teşkili gibi bir safsata etrafında toplanmış ve Rum çeteleri hemen kâmilen siyasi bir şekle dönüşmüştür.” 22 Mayıs 1919’da Samsun’dan Sadaret makamına gönderdiği raporu da şu cümle ile noktaladı: “Millet birlik olup hâkimiyet esasını, Türklük duygusunu hedef almıştır. Bu anlamlı ifadede Anadolu’da beliren Millî Mücadele azmini sezmemek mümkün değildir.” İşte bu raporlar, İstanbul’a geldikten sonradır ki İtilaf Devletleri temsilcileri, İstanbul Hükûmeti’ne şunu sormaya başladı: “Tanınmış bir Türk generalinin Anadolu’da ne işi vardır?” Bunun üzerine İstanbul Hükûmeti, Anadolu’ya gönderdiği müfettişi geri çağırma girişimlerine başladı.

Amasya

Artık, Anadolu’da başlayan Millî Mücadele, liderini bulmuş, dağınık ve bölgesel mukavemetler bir bayrak altında toplanmaya başlamıştı. Bunun ilk örneğini 22 Haziran 1919’da Mustafa Kemal imzasıyla Amasya’dan bütün memlekete duyurulan bir tamimde görüyoruz. Bu genelgede kutsal bir ses işitiliyordu: “Vatanın bütünlüğü, milletin istiklali tehlikededir. Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır”. Bu cümleler, Millî Mücadele’nin örgütlü olarak fiilen başladığının onun imzası ile bütün cihana ilanı idi. Bu genelge, diğer bir maddesiyle beliren millî tehlike karşısında izlenecek ilk yolu da belirtiyordu: ‘’Her vilayetten seçilecek milletin güvenini kazanmış delegelerle, Anadolu’nun en emin yeri olan Sivas’ta derhâl bir millî kongre toplanacaktır”

Erzurum

Atatürk, Erzurum’a gelişinden 5 gün sonra, 8-9 Temmuz 1919’da “sine-i millette bir ferd-i mücahit olarak çalışmak üzere” çok sevdiği askerlik mesleğinden ve görevinden istifa etti. Artık, bir millet ferdi olarak, milletten kuvvet, kudret ve ilham alarak tarihî vazifesine devam ediyordu.

Askerlikten istifasını takiben Erzurumluların isteği üzerine Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum Şubesi’nin Heyet-i Faale Başkanlığı’na getirildi. Cemiyet, o günlerde daha evvelce alınan bir karar gereğince doğu illerini kapsayan bir kongrenin hazırlıkları içinde idi. Mustafa Kemal’in Heyet-i Faale Reisi olarak bu kongreye iştiraki mümkündü. Fakat o, bu kongreye özellikle Erzurum’dan üye olarak iştirak etmek istiyordu. Ne çare ki Erzurum üyeleri evvelce seçilmişti ama buna da bir çözüm bulundu. Erzurum’un iki değerli evladı, Kâzım Yurdalan ve Cevat Dursunoğlu Erzurum üyeliğinden istifa etmek suretiyle yerlerini Mustafa Kemal ve Rauf (Orbay) Bey’e bıraktılar. Bu suretle Mustafa Kemal Paşa’nın kongreye girişi meşruiyet kazandı.

Erzurum Kongresi, 23 Temmuz 1919’da tek katlı bir ilkokul salonunda 62 delegenin iştirakiyle toplanmıştı. Kongre, bir kurucu meclis gibi çalışarak 14 gün devam etti ve 7 Ağustos 1919’da çalışmalarına son verdi. Kongreyi geçici başkan olarak Erzurum delegelerinden Hoca Raif Efendi açmış, delegelerin isim okunarak yoklaması yapıldıktan sonra başkanlık seçimine geçilmişti. Yapılan oylamada Mustafa Kemal Paşa, başkan seçildi.

Millî Mücadele’ye bayrak olan bir kongrenin Erzurum’da toplanışı bir tesadüfün eseri değildi. Mondros Mütarekesi’nden sonra müdafaa şuurunun en keskin bir şekilde meydana çıktığı bölgelerden biri, Erzurum idi. Zira mütareke hükümlerine göre asırlarca şehit kanıyla sulanmış Erzurum topraklarını da içine almak üzere bir Ermenistan kurulması isteniyordu. Bu durum, bölgedeki millî birlik ve mukavemet şuurunu daha da perçinlemişti. Keza, kongreye Doğu Karadeniz il ve kasabalarını temsil etmek üzere 17 delege ile iştirak eden Trabzon’da da Pontus tehlikesi vardı. Bölge Rumları, Mondros Mütarekesi’nden faydalanarak Doğu Karadeniz şehirlerini kapsayacak bir Pontus Rum Devleti kurma hayali içindeydiler. Bu bakımdan Doğu Anadolu şehirleri ile tehlike müşterekti.

Erzurum Kongresi, güç şartlar altında toplanıyordu. Çünkü kongre üyelerinin vilayetlerce gerek seçiminde gerekse seçilenlerin kongreye gönderilmesinde büyük güçlükler çıkarılıyordu. Mülki amirlerin büyük kısmı, İstanbul Hükûmeti’nin baskısıyla delegeleri korkutuyorlar, yola çıkmalarını engelliyorlar, hatta bazı vilayetler kesin olarak delege göndermemekte direniyordu. Elazığ, Diyarbakır ve Mardin illerinden seçilen üyeler valilik baskısı sebebiyle yola çıkmaktan alıkonulmuşlar, dolayısıyla kongreye iştirak edememişlerdi. Bu sebeple kongrenin toplanabilmesi için Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum Şubesi’nin gayretleri yanında Mustafa Kemal Paşa tarafından da ciddi teşebbüslerde bulunmak icap etti. Vilayetlerin her birine açık telgraflar gönderilmekle beraber, bir taraftan da şifre telgraflarla valilere, komutanlara gerektiği şekilde tebligatta bulunuldu. Nihayet yeteri kadar temsilci getirtilip kongreyi toplamaya muvaffak olundu.

İşte bu şartların oluşturduğu hava içinde gerçekleştirilen Erzurum Kongresi, Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum Şubesi ile Trabzon Muhafaza-i Hukuk Cemiyeti’nin müştereken hazırladığı bir kongre idi. O günkü mülki taksimatta Trabzon’un kapsadığı Doğu Karadeniz il ve ilçelerinden 17, Erzurum’un kapsadığı il ve ilçelerden 25, Sivas’ın kapsadığı il ve ilçelerden 14, Bitlis’ten 4 ve Van’dan 2 delegenin iştiraki ile toplam 62 üye ile toplanmıştı. Bugünkü idari taksimat göz önüne alındığı takdirde katılım, 30’a yakın Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz illerini ve bunların ilçelerini kapsamaktadır.

Erzurum Kongresi’nin toplanışı ve çalışmalarına başlamasıyla İstanbul’da saray ve hükûmet tarafından, Anadolu’da yükselen bu kurtuluş sesini boğmak için yoğun bir faaliyet başladı. Ajanslarla Mustafa Kemal’in devlete başkaldıran bir asi olduğu, Erzurum Kongresi’nin kanunsuz toplandığı ilan edildi. Mustafa Kemal Paşa’yı tutuklamak için her türlü tedbire başvuruldu. İstanbul Hükûmeti, Erzurum Kongresi’nin dağılmasını, kongreye katılanların yakalanarak İstanbul Divan-ı Harbi’ne sevklerini emretti ise de millet fertlerini saran o zamanki millî hava içinde hiçbir makam bu emri yerine getirmeye teşebbüs edemedi.

İşte bu derece güç şartlar içinde gerçek bir vatan aşkıyla her türlü tehlikeyi göze alarak toplanan Erzurum Kongresi, Türk tarihinde önemli bir dönüm noktası oldu. Türk Kurtuluş Savaşı’nın ilk temelleri bu kongrede atılmış, alınan tarihî kararlar, Millî Mücadele’nin temel kurallarını oluşturmuştu. Erzurum Kongresi kararları şu şekilde özetlenebilir:

  • Doğu illeri ile Trabzon ve Canik sancağı hiçbir sebep ve bahaneyle Osmanlı topluluğundan ayrılması mümkün olmayan bir bütündür. Bu demekti ki doğu illeri Ermenistan sevdasıyla, Karadeniz illeri Pontus hülyasıyla anavatandan ayrılamayacaktır. Bu karar, vatanı ve milleti bölmek isteyenlere karşı ilk esaslı ihtardı.
  • Her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı, millet birlik olarak kendisini müdafaa ve mukavemet edecektir. Bu madde ile milletin, her türlü işgal ve müdahaleyi kesin olarak reddettiği, birlik halinde direneceği bildiriliyordu. Vatan topraklarına yönelik hiçbir işgal ve müdahale, karşılıksız kalmayacaktı. Millet işgal ve istilayı birlik hâlinde püskürtmeye kararlıydı.
  • Vatanın ve istiklalin muhafaza ve teminine İstanbul Hükûmeti muktedir olamadığı takdirde, gayeyi temin için Anadolu’da geçici bir hükûmet kurulacaktır.
  • İstanbul Hükûmeti’nin hâli ve tutumu belliydi; güçsüz ve beceriksizdi. Memleketi Mondros Mütarekesi ile kayıtsız şartsız galip devletlere teslim etmişti. Ülkeyi uçurumun kenarından ancak ve ancak millî iradeye dayanan bir hükûmet kurtarabilirdi; bu mutlaka gerçekleştirilecekti. Esasen Erzurum Kongresi bu amaca yönelik ilk adımdı.
  • Kuva-i Milliyeyi amil ve irade-i milliyeyi hâkim kılmak esastır. Kuva-i Milliye’den kastedilen millî kuvvetler, milletin bağrından çıkacak millî bir ordu idi. Bu ordu, milletin kutsal gayesi uğrunda milletin arzu ve eğilimleri yönünde mutlaka zafere ulaşacaktı. Millî iradeyi hâkim kılmak aynı zamanda demokratik bir esastı. Bu esasta Cumhuriyet rejiminin ilk kıvılcımlarını sezmemek mümkün değildi.
  • Hıristiyan azınlıklara siyasi hâkimiyet ve sosyal dengemizi bozan imtiyazlar verilemez. Memleketteki azınlıklar yer yer siyasi egemenlik davasına kalkışmıştı. Memleket bütünlüğünü bozucu, vatanı parçalayıcı bu gibi davranışlara imkân verilmeyecekti. Azınlıklara sosyal dengemizi bozan ekonomik, hukuksal ve kültürel -her ne çeşit olursa olsun- ayrıcalıklar ve üstünlükler tanınmayacaktı.
  • Manda ve himaye kabul olunamaz. Türk milleti her şeyi göze alarak istiklali için silaha sarılmıştı. Hiç kimseden lütuf ve yardım beklemiyordu; yabancı devletlerden merhamet istemiyordu. Her ne pahasına olursa olsun istiklal mutlaka gerçekleşecekti. Parola, “Ya istiklal ya ölüm!” idi.
  • Millî Meclis’in derhal toplanmasına ve hükûmet işlerinin meclisin denetimi altında yürütülmesine çalışılacaktır. İtilaf Devletleri’nin baskısı ve padişah fermanı ile kapatılmış olan meclis derhâl toplanmalı, hükûmetin millet ve memleketin mukadderatı ile ilgili vereceği her türlü karar böyle bir meclisin denetiminden geçirilmeliydi. Hükûmet kararları ancak bu şekilde meşruluk kazanacaktı.
  • Milletimiz insani ve asri gayeleri tebcil, fenni, sınai ve iktisadi hâl ve ihtiyacımızı takdir eder. Bu cümle ile Türk milletinin yeniliklere açık ruhu belirtiliyordu. Denilmek isteniyordur ki, Türk milleti insani ve uygar amaçların değerini bilen ve kavrayan bir millettir. Nitekim Atatürk, milletin çehresini değiştiren büyük inkılaplara başladığı zaman “Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi, milletimizi her bakımdan uygar bir toplum hâline getirmektir. İnkılaplarımızın temel kuralı budur.” diyecekti. Kararda geçen “Milletimiz fennî, sınai ve iktisadi hâl ve ihtiyacımızı takdir eder” ifadesinde de harap bir memleketi bayındır hâle getirmek için gelecekte gerçekleştirilecek kalkınma hamlelerine işaret edilmekte idi.

Erzurum Kongresi, memleketin bütününü ilgilendiren bu tarihî kararlarıyla bölgesel bir kongre olmaktan çıkmış, kendisinden sonra gelişecek tüm olayları büyük ölçüde etkilemişti. Zira Sivas Kongresi kararları, Erzurum Kongresi kararlarına dayandı. Misak-ı Millî’nin esasında Erzurum Kongresi kararları yer aldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin toplanış ve açılış gerekçesi Erzurum Kongresi kararlarına üzerine inşa edildi. Mudanya ve Lozan Antlaşmaları’nın bağımsızlığı savunan ruhu; ilhamını Erzurum Kongresi kararlarından aldı. Cumhuriyet rejiminin ruhu, irade-i milliye’yi hâkim kılmak esasında toplandı. Ve nihayet “Milletimiz insani ve asri gayeleri tebcil eder” cümlesiyle Atatürk inkılaplarının ilk kıvılcımları Erzurum Kongresinde parıldadı.

Sonuçları bakımından bu derece önem taşıyan Erzurum Kongresi için Mustafa Kemal Paşa, kapanış konuşmasında “Tarih, bu kongremizi şüphesiz ender ve büyük bir eser olarak kaydedecektir.” ifadesini kullandı.

Erzurum Kongresi, 7 Ağustos 1919 günü -kendisi adına bütün yetkileri kullanacak- 9 kişilik bir Heyet-i Temsiliye seçerek çalışmalarına son verdi. Şimdi Heyet-i Temsiliye’yi ve onun başkanını büyük bir görev bekliyordu. Erzurum Kongresi’nde parlayan kıvılcımı söndürmemek, Sivas’ta onu meşale haline getirerek millî kurtuluşa daha emin adımlarla yürümek gerekiyordu. Bu sebepledir ki, Mustafa Kemal Paşa, doğu illerinin mukadderatı için toplanan Erzurum Kongresi’ni -gayesini daha da genişleterek- bu amaca yöneltmek istedi. Bu sebepledir ki, Erzurum Kongresi’ni, Sivas Kongresi’ne bağlayarak Millî Mücadele’ye memleket sathında genişlik kazandırdı.

Sivas

Sivas Kongresi günlerinde de memleketin içinde bulunduğu ağır mütareke şartları bütün acısıyla devam ediyordu. Mondros Mütarekesi’nin milletimiz aleyhine haksız ve insafsız bir şekilde uygulanması, İzmir’e çıkmış olan Yunanlıların İtilaf Devletleri’nden aldığı cüretle Anadolu’nun içine doğru ilerlemesi, çeşitli şehirlerimizin işgali Sivas Kongresi günlerinde de birbirini izledi. İşte böyle bir hava içinde Mustafa Kemal Paşa, bir kısım Heyet-i Temsiliye üyeleriyle beraber Sivas Kongresi’ne iştirak etmek üzere 2 Eylül 1919’da Erzurum’dan Sivas’a geldi. Sivas, Millî Mücadele liderini emsalsiz sevgi gösterileri ve coşkun bir sevinçle karşıladı.

Sivas Kongresi, 4 Eylül 1919 günü o zamanlar “Mekteb-i Sultanî” olarak anılan lise binasının salonunda, 38 delegenin iştirakiyle toplandı. Kongre, 8 gün devam etti ve 11 Eylül 1919’da Heyet-i Temsiliye seçimini takiben bir beyanname yayımlayarak çalışmalarına son verdi. İlk oturumda yapılan oylamada Mustafa Kemal Paşa başkan seçildi.

Erzurum Kongresi’ni takiben bütün memleketi temsil eden böylesine önemli bir kongrenin özellikle Sivas’ta toplanışı, şehrin stratejik durumu ile ilgili idi. Anadolu’nun ortasında yer alan bu şehrimiz -mütareke şartları gereğince İtilaf Devletleri’ni temsilen bazı subaylar bulunmasına rağmen- işgal altında değildi. Ulaşım bakımından Anadolu yollarının birleştiği bir kavşak durumunda idi. O günkü imkânların elverdiği ölçüde çeşitli Anadolu şehirlerine şu veya bu şekilde bağlanabiliyordu. Her ne kadar Fransızlar Adana üzerinden, İngilizler Samsun’dan şehri işgal tehdidinde bulunuyorlarsa da Mustafa Kemal Paşa, böyle bir işgalin düşmana çok pahalıya mal olacağını hesaplıyordu. Bütün bu avantajları yanında Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Sivas Şubesi, şehirde oldukça iyi teşkilatlanmıştı.

İşte bu şartların oluşturduğu hava içinde gerçekleşen Sivas Kongresi, doğrudan doğruya Mustafa Kemal’in çağrısı üzerine toplanmış bir millî kongredir. Kongrenin 38 üyesinden 31’ini Batı ve Orta Anadolu illerinden gelen üyeler, 7’sini ise Doğu Anadolu illerini temsilen Erzurum Kongresi’nce seçilen Heyet-i Temsiliye oluşturmuştu. Böylece Batı ve Orta Anadolu illerinden seçilen delegelerle Doğu illerini temsilen gelen Heyet-i Temsiliye, Sivas Kongresi’ne memleket çapında bir genişlik ve bütünlük kazandırdı.

Tarihî bir gerçek olarak belirtmek gerekir ki Sivas Kongresi’nin toplanışı sırasında da Erzurum Kongresi’nde olduğu gibi İstanbul Hükûmeti ve idarecileri büyük engeller çıkardılar. Bu sebepledir ki Ankara ve diğer bazı şehirlerimizden valilik baskısı ile delege seçilemedi. Bazı vilayetlerden seçilen delegeler de aynı baskı nedeniyle yola çıkmaktan alıkonuldu, dolayısıyla kongreye iştirak edemediler.

Sivas Kongresi’nin toplanılmaması için Sivas’ta bulunan Fransız Jandarma Müfettişi Brüno da baskı yaptı. Vali Reşit Paşa ile görüşerek böyle bir kongre gerçekleştiği takdirde Sivas’ın işgal edileceğini ve kongrenin dağıtılacağını bildirdi. İngilizler de Samsun üzerinden Sivas’ı işgal edecekleri tehdidinde bulundular. Fakat Mustafa Kemal’in her güçlüğü aşan azmi önünde, bütün bu tehditler sonuçsuz kaldı.

İstanbul Hükûmeti, Erzurum Kongresi’nde yaptığı gibi Sivas Kongresi sırasında da bütün gücüyle Mustafa Kemal’i tevkife yönelmişti. Anadolu’nun hemen her valisine telgraflar çekilerek Mustafa Kemal’in ne pahasına olursa olsun tutuklanarak İstanbul’a gönderilmesi isteniyordu. Bunu gerçekleştirmek üzere valiliklere, mutasarrıflıklara yeni atamalar yapıldı. Fakat hiçbir idareci, şahlanan millî irade ve millî hava içinde İstanbul Hükûmeti’nin isteklerini yerine getirme cesaretini gösteremedi.

Sivas Kongresi’nin diğer bir özelliği de delegelerin vatanın kurtuluşu ve milletin mutluluğundan başka hiçbir kişisel maksat izlemeyeceklerine, mevcut siyasi partilerden hiçbirinin amaçlarına hizmet etmeyeceklerine dair kongrede yemin etmeleri olmuştu. Bu suretle Millî Mücadele’nin hiçbir siyasi parti adına yapılmadığı, tamamen milleti ve memleketi kurtarma amacına yönelik bir hareket olduğu açıkça belirtilmiş oluyordu. Sivas Kongresi kararları şu şekilde özetlenebilir:

  • Millî sınırlar içinde bulunan vatan parçaları bir bütündür; birbirinden ayrılamaz.
  • Evvelce toplanan Erzurum Kongresi, Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz vilayetlerinin hiçbir sebep ve bahane ile ana vatandan ayrılamayacağını ilan etmişti. Sivas Kongresi sahip olduğu tam yetki ile bu karara bütün memleketi kapsayan bir genişlik kazandırdı.
  • Her türlü işgal ve müdahaleye karşı, millet birlik olarak kendisini müdafaa edecek ve mukavemet gösterecektir.
  • Erzurum Kongresi’ni toplanmaya davet eden başlıca tehlike, Doğu Karadeniz Bölgesi’nde kurulması düşünülen Pontus Rum Devleti ile Doğu Anadolu illerini içine kalacak bir Ermenistan tehlikesi idi. Sivas Kongresi, batıdan gelen Yunan tehlikesini de göz önüne alarak, vatan topraklarına yönelik hiçbir işgal ve müdahalenin karşılıksız kalmayacağını, mütecaviz düşmana, açıkça bildiriyordu.
  • İstanbul Hükûmeti, haricî bir baskı karşısında memleketimizin herhangi bir parçasını terk mecburiyetinde kalırsa vatanın bağımsızlığını ve bütünlüğünü temin edecek her türlü tedbir ve karar alınmıştır. Bu madde ile İstanbul Hükûmeti’nin millet menfaatlerine aykırı herhangi bir karar veya davranışına milletin kayıtsız kalmayacağı, gerektiğinde millî iradeye dayanan bir hükûmetin derhâl kurulacağı açıkça belirtiliyordu.
  • Kuva-yı Milliyeyi âmil ve irade-i milliyeyi hâkim kılmak esastır. Erzurum Kongresi’nde belirlenen bu kural, Sivas Kongresi’nde de perçinleştiriliyordu. Memleketi kurtaracak tek kuvvet, millî ordu idi. Bu ordu, milletin iradesi ve eğilimleri yönünde savaşacak, bağımsızlık mutlaka gerçekleşecekti. Millet artık egemenliğini kendi eline almıştı; kendi hâkimiyetinden başka hiçbir güç tanımıyordu. Bu esas, gelecekteki cumhuriyet rejiminin esaslarını oluşturuyordu.
  • Manda ve himaye kabul olunamaz. Erzurum Kongresi’nde karar altına alınan bu görüş, Sivas Kongresi’nce de onaylanarak Millî Mücadele’nin temel kuralı haline getiriliyordu. Millî kurtuluş hareketinin parolası hiçbir devletin merhametine sığınmaksızın “Ya istiklal ya ölüm!” idi.
  • Millî iradeyi temsil etmek üzere Millet Meclisinin derhâl toplanması mecburidir. Erzurum Kongresi kararlarında da belirtilen bu istek, artık bir mecburiyet olarak gösteriliyordu. Aksi takdirde hükûmet kararları millî iradeyi yansıtmayacaktı.
  • Aynı gaye ile millî vicdandan doğan cemiyetler, “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” adı altında birleştirilmiştir.
  • Erzurum Kongresi, Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz bölgelerindeki millî cemiyetleri “Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” adıyla bir merkezde toplamıştı. Sivas Kongresi, bu örgüte -bütün Anadolu ve Rumeli cemiyetlerini de içine almak üzere- memleket çapında bütünlük kazandırdı.
  • Mukaddes maksadı ve umumi teşkilatı idare için kongre tarafından bir Heyet-i Temsiliye seçilmiştir. Erzurum Kongresi, Doğu illerini temsilen 9 kişilik bir Heyet-i Temsiliye seçmişti. Sivas Kongresi’nce 6 kişi daha seçilmek suretiyle “Heyet-i Temsiliye” genişletilmiş, bu suretle Türkiye Büyük Millet Meclisi açılıncaya kadar memleket mukadderatında yegâne söz sahibi bir kurul oluşturulmuştu.

Sivas Kongresi, Erzurum Kongresi kararlarını genişleterek, bu kararlara bütün memleketi kapsayan bir nitelik kazandırması bakımından inkılap tarihimizde büyük öneme sahip bir kongredir. Üyelerinin, bütün memlekete şamil olması sebebiyle de Millî Mücadele başlangıcında Türkiye’nin mukadderatını çizen, bütün milletin tek vücut hâlinde birlik olduğunu dünyaya ilan eden millî bir kongredir. Bunun içindir ki bu kongrenin tesirleri Erzurum Kongresi’nden daha geniş oldu.

Sivas Kongresi’nden sonra Mustafa Kemal Paşa’nın amacı en kısa zamanda Anadolu’da millet temsilcilerinden oluşan bir meclis toplamak ve bu meclisin kuracağı hükûmet ile Millî Mücadele’yi bir merkezden idare etmek idi. Dâhi kişiliğiyle Mustafa Kemal, bu büyük işi gerçekleştirmek üzere Sivas Kongresi’nden sonra da Heyet-i Temsiliye Reisi sıfatıyla millî teşkilâtın kuvvetlenmesi yolunda -bütün engelleri aşarak azimle çalıştı. Bu devre esnasında Mustafa Kemal ve Heyet-i Temsiliye ile temas temini ve anlaşma zemini arayan İstanbul Hükûmeti, temsilcileri vasıtasıyla 20-22 Ekim 1919 tarihleri arasında Amasya’da onunla görüşmüş ve bir millet meclisi toplanmasına ikna olmuştu. Bu görüşme inkılap tarihimizde “Amasya Mülâkatı” olarak bilinmektedir. Mustafa Kemal, meclisin Anadolu’da toplanmasını istemesine rağmen, meclis 12 Ocak 1920’de İstanbul’da toplandı. Fakat toplanan meclis İngilizlerin ve gerekse onlara alet durumunda olan hükûmetin baskısı sebebiyle olumlu bir faaliyet gösteremedi. Sadece Erzurum ve Sivas kongrelerinin esaslarını “Misak-ı Millî” hâlinde kabul ve ilan etti.

Ankara ve Bir Milletin Şahlanışı

Mustafa Kemal Paşa, 27 Aralık 1919’da bir kısım arkadaşları ve Heyet-i Temsiliye üyeleri ile beraber Ankara’ya gelmişti. Artık Millî Mücadele Ankara’dan yönetiliyor, İstanbul’daki asker ve sivil birçok vatansever, bağımsızlık savaşında görev almak üzere Ankara’ya geliyordu. Bir süre sonra, 16 Mart 1920 tarihinde İstanbul, İtilaf Devletleri tarafından fiilen işgal edildi; şehir yabancılar tarafından tamamen askerî kontrol altına alındı. Bu şartlar altında meclis de faaliyet gösteremeyeceğini anlayarak dağıldı. Zaten bu sıralarda milletvekillerinin bir kısmı da İngilizler tarafından tutuklanmış bulunuyordu.

Mustafa Kemal, İstanbul’un işgali üzerine valiliklere ve kolordu komutanlıklarına talimat vererek Ankara’da toplanacak fevkalade salahiyete sahip bir meclise yeni temsilciler seçmelerini bildirdi. Seçimler süratle sonuçlandı. Nihayet 23 Nisan 1920’de yurdun her bölgesinden gelen millet temsilcileriyle Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı. Mustafa Kemal, millet iradesini ve egemenliğini temsil eden bu meclise ve onun hükûmetine de başkan seçilerek artık Türk bağımsızlık mücadelesinin her bakımdan, askerî, siyasi ve sosyal lideri oldu. Ama memleketin içinde bulunduğu şartlar, kendisinin omuzlarına yüklenen görevi gerçekten çok ağırdı. Tarihten silinmek istenen bir milletin ölüm kalım savaşının, istiklâl mücadelesinin liderliğini yapıyordu.

Ankara’da Millet Meclisi’nin açılması, millî bir hükûmetin kurulması üzerine padişah ve İstanbul Hükûmeti de Millî Mücadele’yi daha geniş ölçüde baltalama yollarına sapmıştı. Anadolu’da bin bir fedakârlıkla oluşturulan millî kuvvetlere karşı halife ve padişah orduları kuruluyor, başta Atatürk olmak üzere Millî Mücadele kahramanları, asi sayılarak idama mahkûm ediliyordu. Diğer taraftan İzmir’e çıkan Yunanlılar da Anadolu içlerine doğru taarruza hazırlanıyordu. Mütareke hükümlerince düzenli ordu resmen dağıtılmış, silahları alınmış olduğundan, işgal altındaki yörelerde düşmana ancak mahallî kuvvetler ve gönüllü müfrezeler karşı koyuyordu. Bu düşman saldırılarının yanı sıra Anadolu’nun bazı yörelerinde Anzavur gibi, Çopur Musa gibi, Postacı Nâzım gibi aldatılmış kişilerin elebaşılık ettiği iç isyanlar devam ediyordu.

Bütün bu iç ve dış güçlüklere, zor şartlara rağmen Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti, kısa zamanda duruma hâkim olarak düşman kuvvetlerine karşı çeşitli cephelerde büyük başarılar kazanmaya başladı. Doğu Cephesi’nde 15. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir komutasındaki kuvvetlerimiz büyük başarılar kazandı. Bu bölgede Oltu, Sarıkamış ve Kars’ı işgal suretiyle sınır şehirlerimize tecavüz eden Ermenilere karşı 28 Eylül 1920’de taarruza geçilerek, merkezi Erivan’da bulunan Ermeni Cumhuriyeti ordusu mağlup edildi ve 29 Eylül 1920’de Sarıkamış, 30 Ekim 1920’de Kars tekrar geri alındı. Ermenilerin barış isteği üzerine 2-3 Aralık 1920’de Gümrü Antlaşması imzalanarak savaşa son verildi. Gürcistan da Ardahan ve Artvin vilayetlerimizi tahliye etti.

Güney Cephesi’nde de Adana, Urfa, Antep ve Maraş bölgelerinde Fransız birlikleriyle mahallî kuvvetler arasında şiddetli çatışmalar oluyordu. Sonuçta Fransızlar 12 Şubat 1920’de Maraş’tan, 11 Nisan 1920 günü de Urfa’dan çekilmek zorunda kaldılar. 21 Ekim 1921’de Fransızlarla yapılan “Ankara Antlaşması” Adana, Mersin, Gaziantep ve diğer bazı şehirlerimizin kurtuluşuna uzandı.

Yunanlılar, Haziran 1920’de Ankara’da kurulan iki aylık yeni hükûmetin içinde bulunduğu güç şartlardan yararlanarak 22 Haziran 1920 günü Batı Cephesi’nde umumî taarruza geçmişler, büyük kısmı gönüllülerden oluşan Kuvay-ı Milliye hattını yararak 8 Temmuz 1920 günü Bursa’yı, 29 Ağustos 1920 günü de Uşak’ı işgal etmişlerdi. Bu olaylar yaşanırken padişah ve İstanbul Hükûmeti de 10 Ağustos 1920’de İtilaf Devletleri ile Sevr Antlaşması’nı imzalamak suretiyle dış düşmanlarımızla birleşmiş oluyordu.

Yunanlıların Batı Cephesi’nde ilerleyişi, birçok bölgelerin kuvvet yetersizliği sebebiyle işgal edilmesi üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa, cephe komutanları ile görüşmüş, artık gönüllü kuvvetler yerine düzenli bir ordu kurulması gereğini ilgililere bildirmişti. Çünkü olaylar gösteriyordu ki Millî Mücadele’nin başarısı, bütün kuvvetlerin tek bir otorite altında toplanmalarına bağlı idi. Bu da millî müfrezelerin, milis kuvvetlerinin, gönüllü teşkilatların ordu içinde düzenli kıtalar haline getirilmesini gerektiriyordu. Çete hâlinde dağınık savaşa son verilecek, bütün millî müfrezeler ve gönüllü kuvvetler ordu içinde disiplin altına alınacak ve eğitime tabi tutulacaktı.

Artık, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa, Millî Savunma Bakanı Fevzi Paşa (Çakmak) ve Genelkurmay Başkanı ve aynı zamanda Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet Bey, bütün emeklerini düzenli ordunun gerçekleşmesine vermişlerdir. Bu aylar, Millî Mücadele tarihimizin gerçekten en buhranlı, en çetin aylarıdır.

1920 yılının Aralık ayı sonlarında birçok millî müfreze ve gönüllü örgüt süratle millî ordu içinde toplanmaktaydı. Ne çare ki ellerinde bir kısım kuvvet bulunan Çerkez Ethem ve kardeşleri, cephe kuvvetlerine bağlı kalmak istememişler, başlarına buyruk bir siyaset izleme yoluna gitmişlerdi. Bunlar, Millî Mücadele’nin güç zamanlarında başardıkları bazı işlerin verdiği şımarıklıkla bulundukları bölgelerde sivil memurları diledikleri gibi azlediyor, değiştiriyor, kendilerine göre atamalar yapıyorlardı. Batı Cephesi, tek komuta altında örgütlendikçe, düzenli kuvvetler hâline geldikçe, Ethem ve kardeşlerinin huzurları daha da kaçıyor, Batı Cephesi yanında Ankara Hükûmeti’ne, hatta Türkiye Büyük Millet Meclisine dil uzatmaktan çekinmiyorlardı. Artık tutumları, millî hükûmete karşı bir isyan hâlini almıştı.

Durum gerçekten kırılgandı. Bin bir emek ve fedakârlıkla kurulan düzenli orduda emir ve komuta birliğini temini bakımından bu sorunun kesin şekilde çözümlenmesi gerekiyordu. Zira Çerkez Ethem’in müfrezesi, ordu içinde kaldıkça hiçbir zafer kazanılamayacağı gibi, aksine bu âsi kuvvetler her başarıda orduya ayak bağı olacaktı. Bu sebeple hükûmet, Çerkez Ethem kuvvetlerinin ortadan kaldırılmasına karar verdi.

29 Aralık 1920 günü Batı Cephesi Komutanı İsmet Bey’le Güney Cephesi Komutanı Albay Refet Bey (Bele), Çerkez Ethem ve kuvvetlerini ortadan kaldırmak üzere ileri harekete geçtiler. Kütahya yörelerinde bulunan Çerkez Ethem kuvvetleri, Batı Cephesi kuvvetlerinin Kütahya’yı işgali üzerine Gediz’e çekildi. Millî kuvvetler, âsileri takiple 5 Ocak 1921 günü Gediz’i de işgal edince Çerkez Ethem müfrezesi Simav yönüne çekilmek mecburiyetinde kaldı.

Batı Cephesi kuvvetleri, Çerkez Ethem isyanını bastırmak üzere, eski harp mevzilerinden çok uzaklaşmışlar, Gediz’e kadar ulaşmışlardı. Çerkez Ethem’i takip sebebiyle cephelerin boşaltıldığını, askerlerin mevzilerden uzaklaştığını haber alan Yunanlılar, içinde bulunduğumuz bu iç buhranı, Ankara Hükûmeti’nin bu zor anını kendileri için büyük bir fırsat bilerek, 6 Ocak 1921 günü hem Bursa hem Uşak cephelerinden süratle ileri yürüyüşe geçtiler. Amaçları, Türk kuvvetlerini, zayıflayan mevzilerinde aniden bastırıp mağlup etmek, bu suretle Eskişehir ve Afyon’u ele geçirerek kendilerine Ankara yolunu açmaktı. Bu plan gerçekleştirildiği takdirde, henüz sekiz aylık millî hükûmeti doğduğu yerde boğmak, kolayca ortadan kaldırmak güya mümkün olacaktı.

Düşmanın taarruz hedefi olarak seçtiği Eskişehir de Afyon da askerî yönden önemli kavşaklardı. Bu şehirlerimizin elden çıkışı, önemli demiryollarının da düşman eline geçmesi demekti. Hele, Bursa ve Uşak cephelerinden ilerleyen düşman kolları, Kütahya önlerinde birleşme imkânı bulursa, Çerkez Ethem’e karşı geride bırakılan kuvvetlerimizi de arkadan vurabilirdi. İşte mağlubiyetimiz hâlinde ortaya çıkacak korkunç tablo bu idi.

Düşman taarruzu ile gelişen bu kritik durum üzerine, Batı ve Güney Cephesi komutanları vaziyeti görüşerek, ister istemez Çerkez Ethem’in takibine ara vermeyi ve Kütahya ve Gediz’e kadar gelmiş olan kuvvetlerimizin büyük kısmını vakit geçirmeksizin İnönü ve Dumlupınar mevzilerine sevk etmeyi kararlaştırdılar. Ancak Batı Cephesi kuvvetlerinin şimdi bulundukları Gediz ve Kütahya yöreleri ile İnönü mevzileri arasında 3 günlük bir yol vardı. Eğer Yunanlılar, bizden daha önce İnönü mevzilerine ulaşabilirlerse mukavemetsiz, Eskişehir’e kadar yol almış olacaklardı. O halde yapılacak iş, son sürat İnönü mevzilerine yetişerek ilerleyen düşmanı burada durdurmak olacaktı. Bu amaçla Çerkez Ethem ve kardeşlerine karşı bir kısım kuvvet, Kütahya yöresinde bırakılarak, geri kalan kuvvetler İnönü mevzilerine hareket ettirildi. Keza üç misli düşman kuvvetine karşı İnönü mevzilerini daha da takviye etmek üzere, Ankara’da yeni kurulmakta olan 4’üncü Tümen de cepheye çağrıldı. Ethem’in takibine ara vererek Kütahya’dan hareket eden 11’inci Tümen de 9 Ocak sabahı, İnönü mevzilerine varmıştı.

Öte yandan Yunanlılar süratle ilerleyerek 8 Ocak 1921 günü Çivril ve Pazarcık’ı, 9 Ocak sabahı da Bilecik ve Bozüyük’ü işgal ettiler. Fakat bütün bu işgallere, güç şartlara, iki ayrı düşmanla savaş mecburiyetine rağmen sonucun zaferle biteceği hususunda başta Atatürk olmak üzere Millî Mücadele liderlerinin inançları asla sarsılmamıştı. Atatürk, 8 Ocak 1921 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünden şunları söylüyordu: “Efendiler! Dâhilde ve hariçteki düşmanlarımız ister çok ister az olsun, faaliyetlerinin genişliği ne olursa olsun, kesin başarı, son başarı meşru bir amaç izleyenlerde olacaktır.”.

I. İnönü Muharebesi, 9 Ocak 1921’de öğleden sonra Yunanlıların Bozüyük yönünden şiddetli taarruzuyla başladı. Ufak bir köyden ismini alan İnönü, şimdi Türk Kurtuluş Savaşı’nda dönüm noktası olacak bir muharebeye sahne oluyordu. Ve yıllar sonra bu muharebeyi idare eden komutana, Atatürk tarafından “İnönü” soyadı verilecekti.

Muharebenin ilk günü Batı Cephesi kuvvetleriyle Yunanlar arasında çok çetin çarpışmalar oldu. Yunanların her taarruzu, karşı taarruzla cansiperane püskürtülüyor, ilerlemelerine imkân verilmiyordu. Anlaşılan düşman, umduğunu bulamamıştı. İnönü’de boş mevziler yerine, Türk kuvvetlerinin piyade ve topçu ateşiyle karşılaşmaları onları gerçekten şaşırtmıştı.

Muharebe, 10 Ocak günü de sabahtan akşama kadar bütün şiddetiyle devam etti. O sabah, Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet Bey de Gediz’den muharebe meydanına gelmiş, savaşı bizzat ateş hattında idareye başlamıştı. Yaklaşık bir alay kadar düşman kuvveti, mevzilerimizdeki bir boşluktan istifade ederek Batı Cephesi karargâhının bulunduğu İnönü istasyonunun kuzeyine kadar sokulmaya muvaffak oldu. Bu kritik vaziyet karşısında cephe karargâhı istasyondan alınarak süratle İnönü köyüne nakledildi ve cephenin bu kesimi kuvvet kaydırılarak takviye edildi.

Askerlerimiz aralıksız devam eden düşman taarruzlarını, bir an gerilemeksizin göğüslüyorlar, Yunanların ilerlemesine imkân vermiyorlardı. Şüphesiz ki ordumuz, bu taarruzlar karşısında ağır zayiat veriyor ama canından aziz bildiği kutsal vatan topraklarını her ne pahasına olursa olsun, savunmadan geri kalmıyordu. En nihayetinde tükenen, gücü kırılan taraf Yunanlar oldu. İki gündür devam eden taarruzlarından bir başarı elde edemediğini, edemeyeceğini anladı. Artık bu safhada onlar için yapılacak bir şey vardı: Geri çekilmek! Yunan kuvvetleri, 10 Ocak 1921 gecesi verdikleri kararla 11 Ocak günü sabahından itibaren Bursa yönünde geri çekilmeye başladılar.

Zafer müjdesi üzerine, 11 Ocak 1921 günü Atatürk, Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet Bey’e şu telgrafı çekiyordu: “Bu başarının, mukaddes topraklarımızı düşman istilasından tamamen kurtaracak olan kesin zafere hayırlı bir başlangıç olmasını Allah’tan diler, Batı Cephesi’nin bütün subay ve erlerini kazandıkları bu zafer dolayısıyla tebrik ederim.” I. İnönü Zaferi, Atatürk’ün ifadesiyle kesin zafere bir adım olmuş, onu II. İnönü, Sakarya, 26 Ağustos ve 30 Ağustos gibi daha büyük zaferler izlemiştir.

Artık sıra, Çerkez Ethem kuvvetlerinin de bırakılan yerden takibine gelmişti. Süratle ileri harekâta geçilerek bu âsi kuvvetler de tamamen ortadan kaldırıldı. Çerkez Ethem ve kardeşleri son çare olarak Yunanlılara sığındılar. Bu isyanın bastırılması ile artık millî orduda emir ve komuta birliği de tam olarak sağlanmış oldu.

I. İnönü Zaferi içerde ve dışarda büyük etkiler yarattı, büyük siyasi gelişmelere sebep oldu. Bu zaferden sonradır ki, ümitsizlikler boğulmuş, yeni kurulan devlet, sarsılmaz temeller üzerine oturmaya başlamış, 20 Ocak 1921 günü ilk anayasamız, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilmişti. Yine bu zaferle içeride asayiş ve güven sağlanmış, muntazam ordu kurma çalışmaları daha da kolaylaşmıştı.

I. İnönü Zaferi’nin ülke dışındaki etkileri de önemliydi. Bu zaferle düzenli ordu, düşman karşısında ilk sınavını veriyor, dost ve düşman önünde yenilmez iradesini sergiliyordu. Bu zafer, yabancı devletlere de artık, millî hükûmetin hatırı sayılır bir oluşum olduğunu gösteriyordu. Bu gelişmeler sebebiyledir ki İtilaf Devletleri, 21 Şubat 1921’de toplanan Londra Konferansı’na Ankara Hükûmeti ile İstanbul Hükûmeti’ni birlikte çağırdılar. Ancak zaferin gerçek sahibi Ankara Hükûmeti idi. Bu sebeple Ankara delegeleri, Osmanlı heyeti içinde yer almayıp millî davayı savunmak üzere ayrı bir ekip oluşturdular. O kadar ki Osmanlı baş delegesi Sadrazam Tevfik Paşa, konferansta söz hakkını Ankara Hükûmeti temsilcilerine bırakmak mecburiyetinde kaldı. İşte bu gelişmeler sonucu İtilaf Devletleri yeni bir barış teklifi hazırlamak zorunda kaldılar. Yine I. İnönü Zaferi’nin millî hükûmete kazandırdığı dış itibar sayesinde 16 Mart 1921 tarihinde Sovyet Rusya ile “Moskova Antlaşması” imzalandı. Londra’da da Fransa ve İtalya’yla barış yolunda bazı müzakereler oldu.

Yunanlar, bu mağlubiyetten ders almayarak kısa süre sonra 23 Mart 1921 günü aynı cephelerden tekrar ileri harekâta geçtiler. 27 Mart 1921 günü Yunanların İnönü mevzilerine taarruzuyla başlayan, II. İnönü Muharebesi’nde de düşman taarruzları birincisinde olduğu gibi durduruldu. 31 Mart 1921’de Batı Cephesi kuvvetlerinin karşı taarruza geçmesi sonucu Yunanlılar, geri çekilmeye başladılar. Nihayet, 1 Nisan 1921 günü binlerce ölü ile doldurdukları, muharebe meydanını tekrar terk etmek zorunda kaldılar. Bu suretle Batı Cephesi’nde düşmana karşı II. İnönü Zaferi adını alan bir büyük başarı daha kazanıldı. Mustafa Kemal Paşa, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’ya gönderdiği tebrik telgrafında şöyle diyordu: “Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin makûs talihini de yendiniz!”. Yunanlar 1921 yazında, Ankara Hükûmetinin reddettiği Sevr Antlaşması’nın şartlarını tatbik etmek amacıyla Anadolu topraklarına durmadan kuvvet çıkararak Türklere karşı yeni bir taarruza hazırlanmışlardı. Bu genel düşman taarruzu, 10 Temmuz 1921 günü, bütün Batı Cephesi boyunca takviyeli kuvvetlerle başladı. Harekât ilerledikçe Yunan kuvvetleri ile Türk kuvvetleri arasında yer yer şiddetli çarpışmalar oldu. Ancak gerek insan gücü gerekse araç ve gereç yönünden Türk kuvvetlerinden sayıca fazla durumda bulunan Yunanlılar birçok yeri işgal ettiler. Afyon, Eskişehir, Kütahya, Bilecik art arda düşman eline geçti.

Cepheden gelen bu kaygı verici haberler üzerine 18 Temmuz 1921 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa, Ankara’dan ayrılıp Karacahisar’daki Batı Cephesi karargâhına geldi. Kendisi, takviyeli kuvvetlerle gelişen Yunan ilerleyişi karşısında, o günkü şartlar altında imkânları sınırlı Türk ordusu için daha da ileri kayıpları önlemek üzere yeni bir strateji tespitine gerek gördü ve Cephe Kumandanı İsmet Paşa’ya şu direktifi verdi: “Orduyu, Eskişehir’in kuzey ve güneyinde topladıktan sonra, düşman ordusuyla araya bir mesafe koymak lazımdır ki, orduyu derleyip toparlamak ve güçlendirmek mümkün olabilsin, bunun için Sakarya’nın doğusuna kadar çekilmek yerindedir! ” Müteakiben bu strateji uygulandı ve Batı Cephesi’ndeki Türk ordusu geri yürüyüşe geçerek  25 Temmuz 1921’de tamamen Sakarya Nehri’nin doğusuna çekildi. Bu karar, harp yönetimi bakımından isabetli bir davranıştı; zira kayba uğrayan, azalan kuvvetlerimizin, tutunduğu mevzilerde tazelenen taarruz gücüne karşı, çekilmeksizin uzun süre direnilmesi daha büyük kayıpların sebebi olacaktı. İnkılap tarihimizde Kütahya-Eskişehir Muharebeleri adını alan ve Sakarya’nın doğusuna çekilmemizle sonuçlanan bu çarpışmalarda ordumuz kendisinden sayıca iki misli fazla düşman kuvvetleri karşısında oldukça ağır zayiat vermiş, gerek çarpışmalar gerekse geri çekiliş esnasında kayıplarımız şehit, yaralı ve kayıp olmak üzere 40.000’i bulmuştu. Ayrıca araç ve gereç kaybımız da büyüktü.

Ordumuzun, Sakarya’nın doğusuna çekiliş günlerinde Bakanlar Kurulu, tekrar gelişebilecek yeni bir Yunan taarruzuna karşı tedbir olmak üzere hükûmet merkezinin Ankara’dan Kayseri’ye nakline karar verdi. Ancak meclisten onay almak gerekiyordu. Hükûmet kararı, Büyük Millet Meclisi’nin gizli oturumunda açıklandı. Meclis şahlanmıştı: “Biz buraya kaçmaya mı geldik, yoksa düşmanla dövüşmeye mi?”. Millet temsilcileri, Ankara’yı savaşmadan teslim etmeyi kabul etmediler; hedef son tepeye kadar dövüşmekti. Bu heyecanlı konuşmalar üzerine Meclis, tahliyenin aksine Ankara’nın müdafaasına, bunun için gerekli hazırlıkların yapılmasına karar verdi.

Bütün bu zor şartlara, geçici çekilişe rağmen sonunda düşmana kati darbe indirileceğine dair, başta Atatürk olmak üzere Millî Mücadele liderlerinin inançları asla sarsılmamıştı. Mustafa Kemal Paşa durumu şöyle ifade eder: “Pek uzak olmayan bir gelecekte karşımızdaki Yunan ordusu tükenecek, sonunda imhası mümkün hâle gelecekti.” Ancak başarının en önemli şartı, herkesin bu sonuca candan inanması ve bu uğurda maddi ve manevi tüm güçlerini memleket savunmasına yöneltmesi idi. Ayrıca unutulmaması gereken nokta, ordumuz, düşmanın arzu ettiği yerde değil, bizim arzu ettiğimiz yerde kesin muharebeye girecek ve ona, orada kati darbeyi vuracaktı. Bu bakımdan gerektiğinde geri çekilişin, bazı yerleri düşmana terk edilişin büyük bir önemi yoktu. Askerliğin gereğini kararsızlığa düşmeden uygulamak gerekiyordu.

Ne çare ki liderlerin bu inancına rağmen Sakarya’nın doğusuna çekilmenin yarattığı maneviyat bozukluğu meclise de aksetmişti. Yeni bir ordu oluşturulurken meydana gelen bu ağır kayıp, bu çekilme ister istemez sarsıntılara sebep olmuş; bazı çevreleri haklı olarak endişe ve tedirginlik kaplamıştı. Bu hava içinde 4 Ağustos 1921 günü Büyük Millet Meclisi’nin gizli oturumunda askerî durum ve başkomutanlık teşkili üzerinde heyecanlı görüşmeler oldu. Milletvekilleri, yorgun orduyu yeniden canlandıracak, memleketi bu badireden kurtaracak son çareyi aramaktaydılar. Bu çare, Mustafa Kemal’in fiilen ordunun başına geçmesiydi. O, katıldığı bütün savaşlarda yenilmemiş bir kumandandı. Bu sebepledir ki konuşmalar, onun başkomutanlığı üzerine alması görüşünde birleşti. Taraftarları gibi muhalifleri de kendisinden, ordunun başına geçmesini istemekteydi. Meclisin büyük çoğunluğu, taraftarları kurtuluş için tek çarenin bu olduğu, başka çıkar yol bulunmadığı fikrindeydi. Bazı milletvekilleri içtenlikle haykırmaktaydılar: “Sen mühim bir kumandansın! Büyük bir askersin ve bunu da Çanakkale’de ispat ettin. Şimdi kendini hangi güne saklıyorsun? Sakarya’ya kadar geldi düşman, kendini hangi güne saklıyorsun?”. Bu haykırışlar, gerçekten millî iradenin sesi idi ve büyük kahramanı, fiilen ordunun başına davet ediyordu.

Muhaliflere gelince, onlar da başkomutanlığı Mustafa Kemal Paşa’ya vermekle zaten kurtuluş ümidi kalmadığını kabul ettikleri bir ortamda, oluşacak tüm sorumluluğu onun omuzlarına yüklemeyi amaçlıyorlardı.

Meclis’te 4 Ağustos 1921 günü başlayan bu görüşmeler, ertesi gün de aynı heyecanla devam etti. Mustafa Kemal Paşa, önce tartışmaların dışında kaldı. Ancak konuşmamasının, tavrını açıkça ortaya koymamasının, onun da gelecekten ümitsiz olduğu şeklinde yorumlanması ihtimaline karşı, kendisini başkomutan olarak görmek isteyen millî iradenin ısrarı karşısında, Meclis Başkanlığı’na şu önergeyi sundu: “Meclis’in sayın üyelerinin umumi surette beliren arzu ve istekleri üzerine Başkomutanlığı kabul ediyorum. Bu vazifeyi, kendi üzerime almaktan doğacak yararları en kısa zamanda elde edebilmek ve ordunun maddi ve manevi kuvvetini en kısa zamanda artırmak ve yönetimini bir kat daha kuvvetlendirmek için, Türkiye Büyük Millet Meclisinin haiz olduğu yetkileri fiilen kullanmak şartıyla üzerime alıyorum. Hayatım boyunca millî hâkimiyetin en sadık bir hizmetkârı olduğumu milletin nazarında bir defa daha doğrulamak için bu yetkinin 3 ay gibi kısa bir müddetle sınırlandırılmasını ayrıca istiyorum.”.

Önerge meclisin yetkilerini kullanma isteği sebebiyle bazı itirazlara sebep oldu. Ancak durum, ölüm kalım mücadelesi gibi olağanüstü şartları içeriyordu. Bu şartlar içinde Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul edilen görev, çok büyük ve önemli idi. Diğer bir ifade ile Türk milletinin mukadderatı ile ilgili idi. Düşman karşısındaki cephede vakit geçirmeksizin en seri, en doğru kararları verebilmek, ancak meclisin yetkilerini anında kullanmakla mümkündü. Esasen Atatürk de bu olağanüstü şartlara rağmen, söz konusu yetkinin 3 ayla sınırlı kalmasını istemekle, millî iradeye olan sarsılmaz inancını gösteriyordu. Nihayet Meclis, bu isteğinde kendisini haklı gördü. Görüşmeler sonucu, 5 Ağustos 1921 günü, Mustafa Kemal Paşa’ya 3 ay süreyle askerliğe ait hususlarda meclisin yetkilerini kullanmak koşuluyla başkomutanlık görevini tevcih eden Kanun, Büyük Millet Meclisi’nde oy birliği ile kabul edildi. Kanun’da şu sözlere yer veriliyordu: “Millet ve memleketin mukadderatına bilfiil el koyan yegâne yüce kuvvet olan Türkiye Büyük Millet Meclisi, Başkomutanlık fiili vazifesine kendi reisi Mustafa Kemal Paşa’yı memur etmiştir. Başkomutan, ordunun maddi ve manevi kuvvetini artırma ve yönetimini bir kat daha kuvvetlendirme hususunda Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin buna ait salahiyetini Meclis namına fiilen kullanmaya yetkilidir. Bu sıfat ve salahiyet üç ay müddetle sınırlıdır. Meclis lüzum gördüğü takdirde bu müddetin bitiminden evvel dahi bu sıfat ve salahiyeti kaldırabilir.”.

Başkomutanlığın kendisine verilişinden sonra Mustafa Kemal Paşa kürsüye geldi. Memleketin düşman istilasından kurtarılacağına dair sarsılmaz inancını bir kere daha ifade ederek meclise şu teminatı verdi: “Efendiler! Zavallı milletimizi esir etmek isteyen düşmanları, Allah’ın yardımıyla behemehal mağlup edeceğimize dair olan emniyet ve itimadım bir dakika olsun sarsılmamıştır. Bu dakikada bu kesin inancımı yüksek heyetinize karşı, bütün millete karşı ve bütün âleme karşı ilan ederim.”.

Başkomutan aynı gün ordu ve millete de bir bildiri yayımladı. Bu bildiride de şu cümleler yer alıyordu: “…. Bana bu vazifeyi tevdi etmiş olan meclis ve bu mecliste beliren milletin kesin iradesi, hareket tarzımın mihrakını teşkil edecektir. Hiçbir sebep ve suretle değiştirilmesine imkân olmayan bu kesin irade, her ne olursa olsun düşman ordusunu imha etmek ve bütün Yunanistan’ın silahlı kuvvetlerinden oluşan bu orduyu, ana yurdumuzun mukaddes ocağında boğarak kurtuluşa ve bağımsızlığa kavuşmaktır.”.

Başkomutan, artık planını yapmış ve kesin şekilde uygulamaya başlamıştır. Hedef, muvaffakiyete götürecek bütün tedbirleri en kısa zamanda almaktır. Bu amaçla 7 ve 8 Ağustos 1921 günleri, kendi imzasıyla 10 maddelik “Tekâlif-i Millîye” yani “Millî Vergi” emirleri yayımladı. Bu emirler gereği her ilçede bir “Millî Vergi Komisyonu” kuruluyordu. Her evden ordunun ihtiyacı için bir kat çamaşır, bir çift çorap, bir çift çarık isteniyordu. Ordunun malzeme ihtiyacı için tüccarın elinde bulunan stoklardan yüzde kırkına parası zaferden sonra ödenmek üzere el konuluyordu. Herkes hububat, hayvan ve yem bakımından stoklarının yüzde 40’ını yine parası sonradan ödenmek üzere orduya verecekti. Halkın elinde bulunan savaşa elverişli bütün silah ve cephane, üç gün içinde orduya teslim edilecekti. Memleketteki demircilerin, dökümcülerin, marangozların, sanayi imalathanelerinin listesi çıkarılacak ve sahiplerinin isimleri belirlenecekti. Bütün memleket, gelecekteki zafer için olağanüstü bir seferberliğe davet edilmişti. Artık millet ve ordu el ele idi ve topyekûn bir harp başlatılmıştı. Başkomutan, bu acil tedbirleri aldıktan sonra 12 Ağustos 1921 günü Ankara’dan hareketle Polatlı’daki cephe karargâhına geldi. Artık Mustafa Kemal Paşa, cephede ve fiilen Türk ordusunun başında idi.

Yunan ordusu 13 Ağustos 1921 günü Sakarya’daki Türk mevzilerine doğru yeniden ileri harekâta başladı. 15 Ağustos 1921 günü Yunan Kralı Konstantin, ordularına “Ankara’ya!” emrini verdi. Durmaksızın ilerleyen Yunanlar, birçok yerleşim yerini işgal ederek sonunda Sakarya’daki savunma hattımıza dayandılar.

23 Ağustos 1921 günü, Yunan ordusunun taarruzu ile Sakarya Meydan Muharebesi başladı. Bütün cephe boyunca taarruz ve karşı taarruzlarla çok şiddetli muharebeler oldu. Yunan taarruzu, birçok yerde kıtalarımız tarafından düşmana ağır zayiat verdirilerek durduruldu. Ancak takviyeli Yunan kuvvetlerinin önemli mevzilerimizi ele geçirdikleri, Polatlı’ya kadar yaklaştıkları, top seslerinin Ankara’dan duyulduğu zamanlar da oldu. Türk mevzileri birçok noktada yarılmasına rağmen, her nokta inatla savunuluyor, kaybedilen her hattın gerisinde yeni bir savunma hattı oluşturuluyor, böylece düşmanın ilerlemesine imkân verilmiyordu. Zira Başkomutan, savaş stratejisi için şu formülü koymuştu: “Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz. Onun için, küçük büyük her birlik bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat küçük, büyük her birlik, ilk durabildiği noktada, tekrar düşmana karşı cephe teşkil edip muharebeye devam eder. Yanındaki birliğin çekilmek zorunda kaldığını gören birlikler, ona tâbi olamaz. Bulunduğu mevzide sonuna kadar dayanmağa ve mukavemete mecburdur.”.

Başkomutan tarafından en ince ayrıntılarına kadar hazırlanan Büyük Taarruz ve onu izleyecek meydan muharebesi planı, 27-28 Temmuz 1922 gecesi, Akşehir’e çağrılan ordu komutanlarına açıklandı. Onların da görüşleri alınarak Batı Cephesi ordularına 6 Ağustos 1922’de gizli olarak “taarruza hazırlık” emri verildi.

Büyük taarruz planı gerçekten dâhiyane, dâhiyane olduğu kadar da cüretkâr ve tehlikeli idi. Zira kuvvetlerimizin hemen hemen tamamı, taarruzun ağırlık merkezi olarak kabul edilen Afyon-Konya demiryolunun güneyine kaydırılmış, başka cephelere kuvvet ayırma hususu ister istemez ikinci planda düşünülmüştü. Bunun sonucu olarak Eskişehir-Ankara istikameti açık denecek bir durumda bırakılmıştı. Keza cephenin ağırlık merkezi olarak kabul edilen bölgenin arkası da göller bölgesine dayanıyordu. Başarısızlık halinde, bu bölgede savaşan 1. Ordu’nun akıbeti kritikleşebilirdi. Bu plan, ancak büyük komutanların sevk ve idaresinde başarıya ulaşabilirdi ve bütün riskleri etkisiz kılacak faktör, ne pahasına olursa olsun mağlup olmamak kararı idi; öyle de oldu. 26 Ağustos 1922 sabahı saat 5.30’da topçularımızın ateşiyle Kocatepe’den Büyük Türk Taarruzu başladı. Başkomutan da bu esnada Kocatepe’de bulunuyordu. Taarruz, kısa sürede Afyon-Konya demiryolu hattı boyunca başarılı bir şekilde gelişti. Bu hattın güneyinden 1. Ordu, kuzeyinden 2. Ordu taarruz ediyordu. Ancak cephenin ağırlık merkezi, 1. Ordu bölgesinde toplanmıştı. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın büyük bir basiretle ateş hattında yönettiği bu taarruzda ordumuzun Genelkurmay Başkanlığı’nı Fevzi Paşa, Batı Cephesi Komutanlığı’nı İsmet Paşa üstlenmişti. 1. Ordu’ya Nurettin Paşa (Konyar), 2. Ordu’ya Yakup Şevki Paşa (Sübaşı), 5. Süvari Kolordusu’na da Fahrettin Paşa (Altay) komuta ediyordu.

Süratli taarruz sonucu, 26-27 Ağustos gecesi Yunan ordusunun birçok mevzii düşürüldü. Âni baskın şeklinde gelişen bu taarruz karşısında şaşıran Yunanlar çekilmeye başladı. 27 Ağustos 1922’de ordumuz düşman işgalindeki Afyon’a girdi. Türk ordusunun bu ilerleyişi karşısında Yunan ordusu, Dumlupınar mevzilerine çekilme kararı aldı. Kuvvetlerimiz 29 Ağustos günü de Dumlupınar mevzilerine taarruza başladı. 30 Ağustos günü Dumlupınar bölgesinde Yunan kuvvetleri tamamen kuşatılmıştı. “Başkomutan Meydan Muharebesi” adını alan bu muharebede, düşmanın büyük kısmı imha edildi. Aynı gece Kütahya da ordumuz tarafından kurtarılmış bulunuyordu. Ancak, mağlup düşmanın çekilme yollarının da kesilmesi ve İzmir doğrultusunda aralıksız takibi gerekiyordu. Başkomutan, 1 Eylül 1922 günü komutası altındaki kuvvetlere şu emri verdi: “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!”.

Süratle İzmir yönünde ilerleyen kuvvetlerimiz, 1 Eylül’de Uşak’ı, 2 Eylül’de Eskişehir’i, 3 Eylül’de Nazilli, Simav, Salihli, Alaşehir ve Gördes’i, 6 Eylül’de Balıkesir ve Bilecik’i, 7 Eylül’de Aydın’ı, 8 Eylül’de de Manisa’yı kurtardılar. Bu takip esnasında Yunan Ordusu Komutanı General Trikupis ile General Diyenis ve birkaç yüksek rütbeli Yunan subayları esir alındılar. Nihayet Türk birlikleri 9 Eylül 1922 sabahı İzmir’e ulaştılar. Artık Kadifekale’de Türk bayrağı dalgalanıyordu. Anadolu, dört yıl süren düşman istilasından kurtarılmış, “Türkiye Türklerindir!” gerçeği bir kere daha dünyaya duyurulmuştu.

Mondros Mütarekesi’yle başlatılan ve Sevr Antlaşması ile gerçekleştirildiği zannedilen, Türk milletini Anadolu topraklarından çıkarmak ve tarihten silmek isteyen korkunç ve hain zihniyete karşı, milletimizin maddi ve manevi bütün güç kaynaklarını seferber ederek kazandığı bu büyük zaferler Atatürk’ün ifadesi ile tek bir amaca yönelikti: “Kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak!”.

Atatürk diyor ki: “Hiçbir zafer, gaye değildir. Zafer ancak kendisinden daha büyük bir gayeyi elde etmek için gereken vasıtadır. Gaye, fikirdir. Zafer bir fikrin elde edilişine hizmeti nispetinde kıymet ifade eder. Bir fikrin elde edilişine dayanmayan bir zafer, ömürlü olamaz. O, boş bir gayrettir. Her büyük meydan muharebesinden, her büyük zaferin kazanılmasından sonra yeni bir âlem doğmalıdır, doğar. Yoksa başlı başına zafer, boşa gitmiş bir gayret olur.”.

Büyük Türk zaferinden sonra da Türk milleti için yeni bir âlem doğmuş; çağdaş, demokratik ve laik Türk devletinin kuruluşuna uzanacak olan bütün yollar açılmıştı. Bu sebepledir ki memleketi düşman istilasından temizleyen büyük askerî zaferleri takiben bu başarıların semerelerini toplamak üzere siyasi faaliyetlere önem verildi. 11 Ekim 1922’de İtilaf Devletleri ile imzalanan Mudanya Mütarekesi sonucunda silahlar bırakıldı; Türk ve Yunan kuvvetleri arasındaki çarpışmalara son verildi. Yine bu anlaşmaya göre Edirne’yi de içine almak üzere Doğu Trakya’nın Yunanlar tarafından tahliyesi kabul edildi; İstanbul ve Boğazlar bazı kayıtlarla idaremize bırakıldı.

1 Kasım 1922’de Türkiye Büyük Millet Meclisi kararı ile saltanatla hilafet birbirinden ayrılarak saltanat kaldırıldı. O gün Mustafa Kemal Paşa, Meclis kürsüsünden şunları söylemişti: “Millet, mukadderatını doğrudan doğruya eline aldı ve millî saltanat ve hâkimiyetini bir şahısta değil, bütün fertleri tarafından seçilmiş vekillerden oluşan bir Meclis-i Âli’de temsil etti. İşte o Meclis, Meclis-i Âli’nizdir; Türkiye Büyük Millet Meclisidir. Milletin saltanat ve hâkimiyet makamı yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisidir.”

Çağdaş Bir Devletin Temelleri Atılıyor

Artık sıra barış görüşmelerine gelmişti. Lozan Barış Konferansı, 20 Kasım 1922 günü toplandı. Aylarca süren, zaman zaman da çok çetinleşen bu görüşmelerde Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti’ni Mudanya görüşmelerinde olduğu gibi- İsmet Paşa temsil ediyordu. Nihayet 24 Temmuz 1923 günü antlaşma imzalandı. Bu antlaşma ile yeni Türkiye Devleti’nin bağımsızlığı bütün dünya tarafından onaylanıyor, millî sınırlarımız çiziliyor, ekonomik alanda Osmanlı devrinden kalma eski pürüzler temizlenerek kapitülasyonlar kaldırılıyordu. Diplomasi alanında kazanılan bu sonuç önemli bir kazanımdı. Zira bu antlaşma Atatürk’ün ifadesiyle “Türk milleti aleyhine asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması’yla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikastın yıkılışını ifade eden bir vesika” idi. Bu sebeple “Osmanlı devrine ait tarihte benzeri görülmemiş bir siyasi zafer eseri” ortaya çıkmıştı.

13 Ekim 1923’te Ankara, Büyük Millet Meclisi kararıyla, Türkiye Devleti’nin başkenti oldu. Artık mevcut yönetimin isminin de açıkça ifadesi ve ilanı gerekiyordu. Nihayet 29 Ekim 1923 akşamı, yapılan bir anayasa değişikliğiyle Cumhuriyet ilan olundu. Milletvekilleri, bu büyük olayı ayakta “Yaşasın Cumhuriyet!” sesleriyle kutladılar. Bu sonucu takiben cumhurbaşkanlığı seçimine geçildi. Ankara Milletvekili Mustafa Kemal Paşa, oy birliği ile Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı seçildi.

Cumhuriyetin ilanı ile gerçekleşen bu büyük inkılabın yanı sıra devlet örgütü ve toplum yönetiminin de çağdaş devlet anlayışına uygun olarak laikleşmesi gerekiyordu. Böyle bir anlayış içinde halifeliğin varlığını sürdürdüğü bir cumhuriyet söz konusu olamazdı. Bu sebeple 3 Mart 1924’te artık hiçbir lüzumu kalmayan, aksine zararlı bir kuruluş halini almış bulunan halifelik de kaldırıldı ve son halifeyle beraber Osmanlı hanedanı yurt dışına çıkarıldı.

Artık devletin modern bir şekil alması ve milletin çağdaş uygarlık seviyesine en kısa zamanda erişebilmesi yolunda büyük inkılaplar birbirini takibe başladı. Bu devre esnasında şapka ve kıyafet inkılapları yapıldı. Halkı uyuşukluğa sevk ederek her türlü hayat enerjisini yok eden tekkeler, zaviyeler, türbeler kapatıldı; Şeriyye ve Evkaf Vekâleti kaldırıldı. Laik devlet prensibi kabul edilerek din ve devlet işleri kesin olarak birbirinden ayrıldı. Hukuk alanında, Şeriyye Mahkemeleri ve Mecelle kaldırılarak Türk Medeni Kanunu ile birçok yeni kanunlar kabul edildi. İlim ve kültür işlerine büyük önem verildi; Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu kurularak Türk tarihi ve Türk dili üzerinde çalışmalar yapıldı. Medreseler kapatılarak çağdaş kültürü benimseyen cumhuriyet okulları açıldı. Eğitim ve öğretimde, laik ve millî bir yol takip edildi. Atatürk’ün en büyük eserlerinden biri olan Harf İnkılabı meydana geldi; Arap harfleri terk edilerek Latin harfleri esasına dayanan Türk alfabesi oluşturuldu. Üniversitede büyük bir reform gerçekleştirilerek ona da çağdaş bir görünüm kazandırıldı; bu arada ihtiyaç duyulan çeşitli fakülteler ve kürsüler açıldı. Uluslararası takvim, saat ve rakamlar kabul edildi. Kadın hukukunda reform yapılarak Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı tanındı.

ResimEkonomik hareketlere önem verildi. 1923 yılında Türkiye’de ilk defa olarak bir İktisat Kongresi toplanarak memleketin ekonomik problemleri görüşüldü. Zirai faaliyetler genişletildi; ticaret ve millî sanayi geliştirildi. Sağlık işlerine önem verildi. Güçlü bir ordu kuruldu. Yeni Türkiye Devleti’nin temeli olan bütün bu inkılaplara “Atatürk İnkılapları” adı verildi. İnkılapların memlekette daha süratle ve daha sağlam yerleşmesi için bütün Türk halkını içine almak üzere Cumhuriyet Halk Partisi teşkil edildi. Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve inkılapçılık Türkiye siyasetinin temel ilkeleri olarak kabul edildi.

Milleti çağdaş uygarlığa götüren bu zorunlu gidiş karşısında, muhalefeti teşkil eden, fakat bir kolu da tutuculuğa ve gericiliğe dayanan bir grup tedirgin oldu. Politik sahada da kendilerine temsilciler bulan bu grup, bütün bu gidişten Atatürk’ü sorumlu tuttukları için ona birkaç suikast girişiminde bulundularsa da başarılı olamadılar ve millet tarafından kınandılar.

Mustafa Kemal Paşa, inkılapların büyük kısmını başardıktan sonra Türk bağımsızlık mücadelesini ve yeni Türkiye’nin kuruluşunu anlatan Büyük Nutuk’u yazdı. Bu nutuk 1927 yılında, parti kongresinde altı gün devam eden büyüleyici bir hitabetle bizzat kendisi tarafından okundu. Değerli tahlil ve tenkitlerle dolu olan bu eser, Türk tarihinin olduğu kadar Türk edebiyatının da ölmez eserleri arasında yer aldı.

Vefatı

Büyük Önder, kurtuluştan sonra memleketi baştanbaşa dolaşarak halka inkılapların ve yeni Türk Devleti’nin ideolojisini anlattı. 1934 senesinde meclis, özel bir kanunla kendisine “ATATÜRK” soyadını verdi. Son senelerinde bitmeyen bir heyecanla Hatay’ın ana vatana ilhakına çalıştı. Kendisinde mevcut karaciğer kifayetsizliği zamanla ağırlaştı; son günlerini hasta ve rahatsız olarak geçirdi. 10 Kasım 1938 Perşembe günü saat dokuzu beş geçe Dolmabahçe Sarayı’nda hayata gözlerini yumdu. Ölümü bütün dünyada derin akisler yaptı ve büyük üzüntü yarattı.

Atatürk’ün naaşı, tahnit edilerek Dolmabahçe Sarayı salonunda özel bir katafalka yerleştirildi. Türk bayrağına sarılı ve başında silah arkadaşlarının nöbet tuttuğu mukaddes tabut, üç gün müddetle milletin ziyaretine bırakıldı. Naaşı, bilahare 20 Kasım’da Ankara’ya getirildi. 21 Kasım’da büyük törenle Etnografya Müzesi’ndeki geçici kabrine kondu. Cenaze törenine bütün dünya devletleri özel temsilciler gönderdi. Çanakkale’de ve diğer muharebelerde ona karşı savaşmış yabancı generaller törende bilhassa dikkati çekiyordu. 10 Kasım 1953’te Etnografya Müzesi’nden alınan naaşı, muhteşem bir törenle ebedî istirahatgâhı olan Anıtkabir’e nakledildi.

Kaynakça